Genel
APOCU FELSEFE
APOCU FELSEFE
Êrîş Mordem
“Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi bir rolü günümüzde de oynamak durumundadır. İktidarlaşmış bilime karşı felsefeye dönüş özgür toplumun çıkış ilkesidir. Felsefeye dayanmayan bir demokrasinin kolayca yozlaşacağı ve demagogların elinde halkları yönetmenin en soysuz aracı olacağı tarihte ve günümüzde sayısız örnekleriyle kendini göstermiştir.”
Felsefesiz yaşam olmaz. Kendi öz bilincine, anlamına, felsefesine göre yaşamayan birey, kendisiyle birlikte, toplumu da hiçleştirip, köleleştiren egemen zihniyetin, cinsin felsefesine göre yaşamak zorundadır. Bu da özüne, kendine yabancılaşmada anlamını bulmaktadır. Uzun insanlık tarihi boyunca halklara, kadına en çok kaybettiren de öz felsefelerine göre yaşamamalarıdır. Bu güne taşınan insanlık değerlerini bizi tarihsel köklerimize bağlayan bağları korumamızı sağlayan da bu öz felsefeye göre, yaşamakta ve yaşatmakta ölümüne direnen halklar, kesimler, bireyler olmaktadır. Örneğin, ağır kölelik koşullarında insanın insana, insanın sevgiye, insanın hakka, adalete yabancılaşmasına karşı çıkan Zerdüşt, tanrıya kafa tutarak yeni bir çıkışı kendine dönüşü göstermiştir. Soru sormadan, hazır, başkalarının cevaplarına göre yaşayan Grek halkına sadece soru sorarak yaşamın anlamını ve orada ne kadar yer kapladıklarını hatırlatan Sokrates’in sorularını hiç bir baldıran zehiri geri alamamaktadır. Halkların ‘ilk evrensel partisini’ yaratan İsa’yı ve onun etrafında kenetlenen milyonları bugünkü İncil’le, papayla izah etmeye veya Hz. Muhammed’i bugünkü İslam’la anlamaya çalışmak boşuna bir çaba olmaktadır. İsa’yı Hz İsa yapan, Muhammed’i Hz Muhammed yapan, insanlığın vicdanını esas almalarıdır. İnsanlığın köşkünde oturan tanrılar, köşklerini sallayan vicdanın ve aklın seslerini ya içlerine girip kirleterek düzenlerine harç yapmış ya da yakarak, zehirleyerek, çarmıha gerip, derilerini yüzerek, kılıçtan geçirerek yok etmek istemiştir. O ilk, en ilkel ve en doğal, eşit, özgür ses, özüne, insanlığına ihanet etmeden, inatla varlığını sürdürmeyi bilmektedir. Mani, Nesimi, Bruno, Yunus, Mevlana, Pir Sultan, Şeyh Bedrettin ve Marks’ta da cisimleşerek bugüne taşırılan bu öz, bu felsefedir.
Bu tarihsel birikimin toplamı ve en güçlü sesi olarak bugüne ulaşan Başkan APO’yu, felsefesini anlamak bu uzun tarihsel direnişi, temsiliyeti anlamlandırmaktan geçmektedir. Anlamanın en büyük eylem olarak nitelendirildiği APOCU felsefenin çağa, uygarlığa meydan okuyan özelliklerini anlamak ve tanımak için hangi koşullarda, hangi felsefenin anti-tezi olarak şekillendiğini açmakta yarar vardır. Tanrı-kul, tanrı-köle egemen sistemlerinin en son halkası olan kapitalist sistem sınıf, cins ve doğa sömürüsünün en üst boyuta ulaştığı bir özelliği sahiptir. İşsiz sayısının her geçen gün artıp, çalışan emekçi ve işçilerin gönüllü köleliğe adeta teslim olduğu ve kadının cinsel obje, meta olarak en çok düşürülmesine karşın, kadın özgürlük bilincinin ve imkanlarının en çok olduğu, çözümsüzlüğün derinliği ile orantılı olarak, çözüme en çok olanak sunan bir yüzyılda yaşamaktayız. Bilimsel teknik gelişmeler ve buluşlar insanlık tahinde çığır açacak niteliklere ulaşmasına rağmen, dünyayı parselleyen bir avuç egemenin elinde, insanı istediği gibi yönlendirmenin biçimlendirmenin, doğadan ve kendinden koparmanın aracı haline getirilmektedir. Dünyanın önemli bir kısmı açlık sınırında yaşarken, diğer taraftan bir kaç ülkenin bütçelerini ceplerinde taşıyan, ürettikleri fazla malları ne yapacaklarını şaşıran ekonomi patronları çağın çıkmazlarını oluşturmaktadır. Teknoloji içinde kaybolarak doğaya alabildiğine yabancılaşan insan bu gerçekliğin yanı sıra, yeryüzünün çölleşmesi, ozon tabakasının delinmesi, hayvan ve bitki türlerinin tükenmesi, ormanların azalması, artan hava kirliliği ile karşılaşmaktadır. Bu da dünyanın yok oluşunun her geçen gün artan belirtileri olmaktadır.
Aile kurumu tarihinin en kötü koşullarını yaşamaktadır. Ahlaki ve moral değerlerinden yoksun yaşamdan koparak sanal aleme kendini kapatan, zaman zaman çete örgütlerinin ve ruhsal gel-gitlerinin peşinde terör estiren gençlik geleceksizliğin göstergesi olmaktadır. İnsanlığı bugüne kadar yaşatan topluluk, toplu ortak değerler etrafında gelişen yaşam, çılgınlaşan bireyin bencilliğinin, egoizminin, canavarlaşan tehdidi ile karşı karşıya kalmaktadır. Başkan APO, tüm bu gelişmelerin iç içe geçtiği, çelişki ve çatışmaların en yoğun yaşandığı bu dönemi ‘kaos aralığı’ olarak tanımlamaktadır. Bu kaosa, çıkmaza sürükleyen hangi felsefedir? Ya da felsefesizlik?
Yaşamın felce uğratıldığı çağ gerçekliğinde anlam arayışı anlamına gelen bir felsefi bakıştan ziyade, anlamsızlığın kuyusunda kaybolan insanla karşılaşmaktayız. Mevcut tablo ile felsefesizlik doğrudan birbiriyle bağlantılıdır. İdealist felsefede dahi inancın, bir bakış açısının ve değerler sisteminin gereklerine göre yaşanılmakta ve insana-doğaya-topluma da buna göre anlam biçilmektedir. Soyut, manevi tanrıların eridiği, maddenin tanrılaştığı zamanımızda, insanın toplumu, insanın insanı yiyerek tarihsel değerlere hiç bir şey eklemeden inanılmaz ölçüde bir tüketim yaşadığı görülmektedir. Tanrıya dayanan idealist felsefe ile, salt maddeye dayanan materyalist felsefe 20.yy’a cevap olamayarak, anlam verme ve biçim kazandırma fonksiyonlarını yitirmiştir. Susuzluktan kıvranan bir insanın suya olan ihtiyacı, özlemi kadar aciliyet arz eden bu noktada yaşamı, doğayı ve insanı daha derinden anlayıp, yorumlayan yeni bir felsefi akım ve bakış olmaktadır.
a) Öze Dönüş Felsefesi
“Tarih ve geleneği ne kadar doğru biliyorsan, günümüz ve geleceği bu tarihi içselleştirdiğinde üstüne ekleyeceğin kadar değiştirebilir, dönüştürebilirsin.”
‘Kendini bilme tüm bilmelerin temelidir’ diyen APOCU felsefe en başta insanın tarihsel özüne ve kendine olan yabancılaşmasını tersine döndürmenin adı olmaktadır. Kendini tarihten ve dolayısıyla gelecekten soyutlayan, köksüzleşmeyi özgürlük sayan, bu günün varoluş biçimi yani biçimsizliği ret edilmektedir. “Tarih günümüzde biz tarihin başlangıcında gizliyiz” diyerek köksüzlüğe, savrulmaya karşı özgürlüğün köküne kavuşmaktan ve onu bugüne taşımaktan geçtiği gerçekliği üzerinden hareket etmektedir. Birey çözümlenirken içinde şekillendiği aile, çevre ve aşiret özelliklerinden, sınıf, cins, ulus gerçekliği ile bağlantılı ele alınmaktadır. O birey şahsında, tarihin başlangıcından bugüne uzanan zincirin halkaları birer birer açılmaktadır. Sınıf, ulus ve cins gerçekliğinin zamanımızdaki yansıyışı gözler önüne serilmektedir. Yargılamanın ve yadsımanın yerini anlama almaktadır. APOCU felsefede, diyalektiğin karşılıklı bağımlılık ve değişim yasalarının tarihe, birey ve toplum ilişkisine çarpıcı uyarlamasını görmekteyiz. Bireyin duruşu, her hangi bir hareketi, iş yapma tarzından yola çıkarak, bireyin bütününe ulaşılırken, yine bireyin kendisinden topluma ve evrene ulaşılacağı var sayılmaktadır. Bu yaklaşım tarzı bilimsel olduğu kadar aynı zamanda sezgiseldir. İnsan aklına denk, insan duygusunu da temel almaktadır. Bu yönüyle kaba materyalizmden keskin biçimde ayrılmaktadır. İçinde yaşadığımız bilgi çağı, akılla özdeşleştirilirken, vicdan, yürek yoksunluğu ile taşmaktadır. İdealizmin devamı niteliğindeki kaba materyalizmin sonucu olan bilimin, iktidarlaşma gerçeğinden hareketle insanlığın hizmetine sunulması gerektiği ve toplumda yaşanan köleliğin, özgürlüğe evrimi ancak felsefeye dönüş ilkesiyle gerçekleşebilecektir. Felsefenin taşıdığı anlam arayışındaki sınırsızlık, insanı bütünlüklü ele alabilme gücünden ileri gelmektedir. İnsanı insan kılan sadece aklı değil, akıl-duygu bütünlüğüdür. İnsanın küçük evren olduğu düşüncesi doğaya, varolan canlı cansız her şeye saygılı, uyumlu hiyerarşik bakışı alt üst eden bir yaklaşımı gerektirmektedir. İnsanın kendine yabancılaşması, o ilk cennetini yitirişi doğaya yabancılaşmasıyla başlamaktadır. Uygarlık (uygarsızlık) tarihine damgasını vuran hiyerarşik, sınıflı toplumsal biçimleniş, içinde direnişleri de ortaya çıkartırken, zorlu mücadelelerle bu güne taşınan ilkel özü tecrübe ve bilimle birleştirme, cenneti dünyada yaratmanın yolu olarak açığa çıkmaktadır. İnsanlığın ilk cennetine dönüş için erkek egemenlikli sistemin çözümlenip parçalanması, kadının açığa çıkıp, rengini verdiği yeni bir uygarlık sisteminin yaratımıyla mümkün olmaktadır. Buradan yola çıkılarak, insanı-toplumu kök hücrelerine kadar çözümleyen APOCU felsefeyi en başta kadın özgürlük felsefesi olarak nitelendirebiliriz.
b) Kadın Özgürlük Felsefesi
Kadın merkezli neolitik dönemin doğup, büyüdüğü Mezopotamya toprakları, bu ilk analık rolüne tam ters orantılı olarak kadın şahsında insanlığın en çok düşürüldüğü bir konumu yaşamaktadır. APOCU felsefe buna isyan, bunu kabullenmeme ve kadını yeniden açığa çıkarma üzerinden gelişip serpilmektedir. Kaybettiği yerde kazanmak, kadınla birlikte yitirilen vicdanın, adaletin, özgürlüğün yeniden kazanılmasıyla yaşamsallaşmaktadır. Ulusal savaşın eşiğinde evrensel ölçülere göre hazırlanan Önderlik özgürlük okulları, kadını klasik köle kadınlığından, erkeği egemen erkekliğinden kopararak özgürlük ölçülerine göre yeniden biçimlendirmenin temel sahaları olmaktadır.
Geçmişten günümüze özel mülkiyetin ve ailenin gelişimi birbirine paralel ve iç içe gelişmiştir. Bu noktada kadın, erkeğin mülkü haline getirilmekle yetmiş kilitli zindana atılmaktadır. Kadının bedeninde, beyninde geliştirilen kilitleri kırmak için özgürlük laboratuarı haline getirilen dağlarda kadın, tarihi ile, kendisi ve erkekle kıyasıya bir mücadeleye tutuşmaktadır. Kimliğini kazanmak, kendine ait olabilmek için erkekten fiziksel ve beyinsel olarak ayrışmak, hep aynı yere gitmeye alışan ayaklara alışkanlığını değiştirtmek için zincir bağlamaya benzetmek yerinde olmaktadır.
Doğu felsefelerinde görülen filozofluk ve peygamberlik, yani bir nevi söz ve uygulamanın birlikte gerçekleşmesi APOCU felsefe için de geçerli olmaktadır. Doğruluğuna inanılan hiç bir düşünce yaşamsallaşmakta tereddüt geçirmemektedir. Yine doğudan aldığı insan merkezli insan yaşamının değişimi, anlam kazanması üzerine ahlaki boyutu ön plandaki karakterde ortaktır. Diğer bir en çarpıcı ortaklık değişim yöntemi olarak seçilen eski tarihlerdeki felsefenin dine yakınlığından kaynaklı çilecilik, yani sorunu kendinde çözme olmaktadır. APOCU felsefenin bilimsel yanından kaynaklı olan çözümlemeye dayalı sorunu ve evreni insanda yani birey olgusunda çözme esas alınmaktadır. Doğunun duygusal zekası ile batının analitik zekasının sentezi olarak şekillenmekte, bu da gerektiği kadar akıl, gerektiği kadar duygu ve sezgi bileşimini yaratmaktadır. Ne Doğunun inanç ağırlıklı oluşumundan gelen zayıflıkları, ne de Batının kaba maddeci, kuru yaklaşımlarındaki zayıflığı bünyesine almaktadır. Duygu yüklü zeka, bu sentezin sonucu olmanın dışında en çok kadının düşünme yapısına denk gelmektedir. Vicdanı ve yüreği içinde barındıran akıl, eşitsizlik ile özgürlüksüzlüğe karşı bir önlem ve ölçüdür. Dünyayı alım-satım ilişkilerinin sonucu çöplüğe dönüştüren erkek aklı, yürek ve vicdan özellikleri taşıyan kadının duygulu aklıyla frenlenmek istenmektedir. Burada da açığa çıkan kadına yaklaşım, ideolojik, politik nedenlerden daha köklü felsefik bir varoluşsal temele dayanmasıdır. Kadını ele alışla doğayı, insanı ele alış aynı paralellikte ve birbirini destekler niteliktedir. İnsanın en mutlu olduğu zaman kendine ve doğaya yabancılaşmadığı, ağırlıklı olarak kadının yarattığı değerler üzerinde kurulan neolitik yaşama, doğaya biçtiği anlamın, bakışın olduğu çağdır. Ve eğer yeni bir sistem, yeni bir dünyayı yaratmak veya o ilk öze dönmek isteniyorsa eğer, bu da ancak kadının eski gücüne, düşünce yapısına dönüşü ile mümkün olmaktadır. Yaratan, besleyen, büyüten, kendine güvenen kadına ulaşmak, bu günün erkeğin nesnesi haline getirilmiş, silik, güvensiz kadınıyla onu buraya getiren erkek aklıyla güçlü hesaplaşmayı gerektirmektedir. Doğaya olan yabancılık, doğa üzerinde kurulan tahakküm kadın üzerindeki tahakkümün kalkmasıyla paralel bir mücadele ile ortadan kaldırılabilir. Doğaya en yakın cins, hem fizyolojik, hem düşünsel, hem de üzerlerinde kurulan tahakkümün ortak tarihiyle kadın olmaktadır.
c) Özgür İlişki-Özgür Sevgi
APOCU felsefede ölüme kilitli, birbirini mezara götüren Ortadoğu’nun, Kürdün kara aşk yazgısını bozup, yaşayan ve yaşatan aşklar yaratmak bir tutkudur. En temelde, insana, doğaya, kadına, toprağa, ülkeye ve evrene duyulan bir sevgi felsefesidir. Karşı cinslerin ilişkisi, insanın yalnızlığında büyük sevgisizlik içerisinde sığındığı bir liman olmaktan çıkarılmak istenir. Yüzünü dünya ve insanın salt maddi gerçekliğine dönen hiç bir sevginin gerçek olamayacağına inanır. Gerçek sevginin, genelle buluşup evreni kucakladığı, insani duyarlılıklar üzeride kurulduğu oranda boğmayıp, yaşattığını ve büyüttüğünü ifadelendirir. Aşk özgürlük ister. Bireyin özgür kimlik ve kişilik sahibi olmasını gerekli kılar. Bilgelik sınırlarında seyreden bilinçle, duygularda derinlik ister. Kimseye ait olmamak, kendine ait olmak, birbirine değil, ortak amaca, ortak insanlık özlemlerine kilitlenmek aşkın ilkeleri olarak belirlenir. Günümüz sevgi felsefelerinde zayıflık, sökülmüş tırnaklar ve dişler ilk göze çarpan olgular olurken, sevgi, aşk yenilenlerin oyalanma aracı gibi bir işlev görmektedir. Oysa APOCU felsefede bu tersine dönmektedir. Zayıflığın ve güçsüzlüğün olduğu yerde aşk adına en büyük aşksızlığın, bitmişliğin, köleliğin yaşanması, güç yaratımına bağlı bir sevgi ve özgürlük anlayışı doğurmaktadır. Buradaki güç, hiyerarşik baskı altına alan bir olgu değil, düşüncenin, duygunun, bilincin toplamına denk gelen duruşu ifade etmektedir. Zayıflıkta birleşme ihanete, gelenekselliğe, gerilikte ısrara götürürken, zafer kişiliğinde, güçte buluşma, özgürlüğe, yaratıcılığa, yeniyi geliştirmeye götürmektedir. Özgür toplum hedefini gerçek kılmak, özgür bireyi, özgür kadın ve erkek kişilik modelinin açığa çıkarıp yaşamsallaşmasını gerektirmektedir. Yaratılmak istenen özgürlük, soyut ve belirsiz bir imge değildir. Andaki varoluşun tarihsel kökleriyle bağlantısını kurabilen ve öz insani çıkarlar doğrultusunda, birey-toplum bağlantısını güçlü kurarak karar verebilen, iradeyle bu kararları uygulayan, kendini gerçekleştirme gücüne sahip birey ve toplumun özgürlüğünden bahsedilebilir.
Çocuk ve yaşlılara yaklaşımı açımlamak gerekirse, çocukluk ihanet edilmemesi gereken, insanın biçimlendiği ilk dönem olması itibariyle de, en hassas ve en önemli kesit olarak ele alınmaktadır. Varlığına saygı duymak, yaşamı anlamlandırmasını, kendini ve dünyayı tanımasının koşullarını yaratmak, çocuklara karşı büyüklerin temel sorumlulukları olmaktadır. İçinde yaşanılan sistemde en çok ezilen, yok sayılan, her türden fiziksel, psikolojik istismar konusu yapılan, özlemlerine, dünyasına saygı duyulmayan bir nesne konumundadır. Özenden yoksun bir biçimde çirkin ve acımasız yaşam gerçekliğine savunmasız bir biçimde terk edilen çocukların, sağlıksız gelişim koşulları toplumun psikolojik sağlığını belirlemektedir. Sağlıklı bir toplumun temeli olan çocuklara, öz sevgi, öz saygı ve öz güven kazandırma, kendilerini tanıyıp karar verebilen ve planlayıp disipline edebilen bir düzeye ulaştırmayı insani bir görev olarak değerlendirmektedir. Böyle büyük bir sorumluluk ailelere terk edilemeyecek kadar önemli bir konudur. Yaşamsal tecrübenin doruğu olan yaşlılar da tecrübelerinden yararlanacak koşulları yaratarak, onları işlevsel kılmak, güvenli, huzurlu yaşam olanaklarını yaratmak temel toplumsal görevlerdendir.
d) Birbirini Besleyen Birey-Toplum Denklemi
Çocuk ve yaşlılara yaklaşımda açığa çıkan temel olgu, insanlığın ve dünyanın bütünlüklü ele alınıp ilkel klandaki ortak yaşam kültürüne denk bir düzenlenişe tabi tutulması olmaktadır. Egemenlikli sistemlerin toplumları parçalayıp, bireyi yalnızlaştırarak, ‘her koyun kendi bacağından asılır’ felsefesindeki üst boyuta varan bencillik ve bireyciliği tersine bir çaba ile bütünleştirilmeye, sağlıklı bir birey-toplum denklemi kurulmaya çalışılmaktadır. ‘Yaşasın ben’ sloganıyla toplum aleyhine büyütülen, canavarlaştırılan bireyciliğin özünde bireyin en çok hiçe sayılarak yalnızlaştırılması ve bir hasta konumuna getirilmesi tüm çıplaklığı ile görülebilmektedir. APOCU felsefede birey, toplumla kurduğu sağlıklı bağlar ölçüsünde, gücünü yitirmeden kendini gerçekleştirebilmektedir. Toplum aleyhine bireyciliği körüklemek, içinde yaşadığı suyu kurutmak gibi bir anlama sahiptir. Bu feodal döneme kadar gelen tarihsel kesitte olduğu gibi ‘her şey toplumdur’ yaklaşımına da alabildiğine uzaktır. İnsanlık için bir geleceği var kılmak, ne kadar birey, ne kadar toplum denklemini doğru kurmaya bağlıdır. Yönetenlerin elinde istenilen her yöne yönlendirilebilen, kendi başına düşünmekten yoksun birey, kendi içinde olduğu kadar toplum için de potansiyel bir tehlike olmaktadır. Gerçek anlamda yaşanabilecek bir dünya için her şeyden önce kendinin, tarihinin farkında, düşünme mekanizmaları dumura uğratılmamış bireyi yaratmak, APOCU felsefede temel teşkil etmektedir.
Otuz yılı aşkın mücadele tarihine an be an, soluk soluğa özgür bireyi yaratma olgusu damgasını vurmuştur. İnsanı bu güne getiren toplum içinde yaşattığı değerlerdir. Bu değerleri hiçe saymak, kendini, varlık koşulunu hiçe saymakla eş değer bir anlam taşımaktadır. Bu inkarı derinlemesine yaşayan kapitalist çağ insanında kişilik bölünmesi, anlamsızlık, hiçlik, umutsuzluk, insanı işlevsiz kılan derin bir yalnızlık had safhadadır. Bu da göstermektedir ki, toplum canlı bir mekanizmadır. İnkara dayalı bir yaklaşımı içine sindirmesi mümkün değildir. İnsan tarihinden, kültüründen, dilinden bağımsız olamaz. Bunların bir sonucu olarak yeni şeyler yaratıp,varlığını pekiştirebilir. Bu, toplum bir kaderdir anlamını taşımadığı gibi, tarihi değiştirme, toplumu yeniden biçimlendirme arayışı ve savaşı içinde olan APOCU felsefenin öğrencilerine özgür bireylerin tarihi etkileme ve değiştirme gücünü her geçen gün göstermektedir. Yani özünde bireycilik kişiyi toplumdan soyutlayarak adeta elini kolunu bağlayıp, en etkisiz bir pozisyona itmektedir. Toplumla dengeli ilişki kurabilen bireyi aktif, etkili, rol sahibi bir yaşam beklemektedir.
e) APOCU Felsefede Diyalektik
Başkan Apo’nun yaşama çıkış özelliklerinden bu güne büyüyerek taşınan, diyalektiğin amansız uygulanışıdır. Lanetin içinde kutsalı, en soysuz teslimiyetten direnişi, ölüm sisteminden yaşam sistemini yaratmak, amansız bir kişiliği fizik yasalarıyla, doğa yasalarını çözümlemeyi gerektirmektedir.
Toplumsal olguların ilişkilerini, etkileşimlerini ve değişimlerini incelerken, Hegel’in sistemleştirdiği, Marks’ın toplum bilimlerine uyguladığı tez-antitez –senteze dayalı gelişim yasası en aktif biçimde uygulanmaktadır. İlk klan toplum yapısı doğal toplum olarak adlandırılarak tez olarak kabul edilirken, doğal toplumun bağrında gelişen hiyerarşik sınıflı toplum anti-tez olarak nitelendirilmektedir. İçinde yaşadığımız zaman dilimi bugüne dek anti-tez içinde pasif biçimde varolan doğal toplumun yani tezin, daha çok ortaya çıktığı, bir dönem olmaktadır. Doğal toplum, sınıflı toplum yapısını temsil eden güçlerin, felsefi düşüncelerin, çatışmasının en yoğunluklu yaşanıp sentezle sonuçlanacağı (anti-tez olan egemenlikli sistemin yaşadığı çürümeyle bağlantılı olarak) tarihsel bir süreci yaşamaktayız. Bu gelişme yasası özünde her varoluşun ikili, birbirine zıt özellikler barındırdığı gerçekliğinden hareketle, zıtların birliği diyalektik yasasına dayanmaktadır. Varoluş bağrında yok oluşu, özgürlük köleliği, çirkinlik güzelliği taşımaktadır. Yani tersinin olmaması durumunda bu ifadeler tanımsız ve anlamsız kalmaktadır.
Diyalektiğin ikili çatışmalı varoluşunda, zıt uçlardan birinin diğerini yok ederek üst bir senteze ulaştığı görüşü, yaşamda hiç bir şeyin üst bir senteze giderken yok olmadığı, kendini pasif bir biçimde diğerinin içerisinde devam ettirmesine dayandırdığı kabul görmemektedir. İlkel klan toplum özelliklerinin farklı sentezler içinde kendini bugüne dek yaşatması buna örnek teşkil edebilir. Böylece bir sınıfın, başka bir sınıfı, bir ulusun başka bir ulusu yok ederek veya yaşamdan dıştalayarak varlığını sürdürmesi yerine bir diğerini çatışmanın sonucu zayıflatarak içine alıp üst senteze ulaşması gerçekleşmektedir. APOCU felsefenin Başkan APO kişiliğinde, yaşamsallaşmasında diyalektiğin bu biçimde ustaca mücadeleye alternatif var oluş çabasına uygulanışına tanıklık etmekteyiz. Başkan Apo’da kaba ret yoktur. Çocukluğunda verili yaşamla tutuşulan kavgada sistemin en üstlerine başarılarla tırmanmakta, ama kendini ona katmamaktadır. Bu o denli içselleşmiştir ki, bu felsefenin ve mücadelenin bugüne dek gelmesinde en ustaca taktik, yöntem olarak partileşme öncesi Pilot ve Kesire ile kurulan ilişkide görülebilmektedir. Sistemin kalbinde bu kişilikleri içine alma, karşı tarafta kontrollerinin ellerinde olduğu izlenimi çıkışı yapma olanaklarını sağlamaktadır. Yine kadın özgürlük çizgisinin olgunlaşıp, gelişmesi Başkan APO’nun Kesire ile on yıl boyunca sürdürdüğü soluk soluğa bir mücadeleyle gerçekleşmektedir. Kesire fiziksel olarak yok edilmemiş, ama son kozlarına kadar eski ve yeni kadın, sistem ve alternatif sistem çatışması cesurca yürütülmüştür. İmralı sürecine damgasını vuran da bu yaklaşımdır. Yine yüz binlerin ölümüne neden olacak, ama gerçek anlamda köklü bir savaş anlamına gelmeyecek olan kaba direniş yerine kendisinin ve karşı tarafın en açık biçimde yeniden ele alınması, en yoğunlaşmış şekliyle sistemi de kapsamına alan, onunla içten büyük bir değişim ve dönüşüm savaşına tutuşan bir anlayış bir tarz görülmektedir. Öyle iddialı, kendine güvenli rahattır ki, korkuyu barındıran meydan okumaya, cepheleşmeye müsaade etmemektedir. Sistemin içine girerek, sistemi kendi içine alacak güce sahiptir. Bu diyalektiğin olayları bütünlüklü, parçalamadan ele alınmasından kaynaklıdır. Buna , bir ulusa, inanca, sınıfa veya bir cinse göre değil de evrene göre olma, kendini evrenle bütünleştirme denilebilir. Bu evrenle bütünleşme, evrenin yasalarını uygulama, ulus dar milliyetçiliğini, proleter sınıf iktidarını aşmaktadır. Dar, üstteki bir egemen kesim dışında kalan, tarihin ilk ezilen sınıfı kadını, her kesimden, her alandan emeğinin karşılığını alamayan kendine yabancılaşmış emekçileri, önemli bir kesimi oluşturan işsizleri, özgür düşünme ve kendini gerçekleştirme olanakları ellerinden alınan gençleri, yok sayılan çocuk ve yaşlıları ve egemenler de dahil olmak üzere herkesin yaşam koşulu olan üzerinde yaşadığımız dünyayı, çevreyi esas alan bir felsefe aynı zamanda sınırsız bir güç potansiyelini içinde barındırmaktadır. Bu kadar çok herkesin olan bir düşünce sisteminin dar sınırlara, cepheler, kaba savaşa ihtiyacı olmamaktadır. Asıl ihtiyacı kendinde bütünleştirdiği herkesime açılmak, felsefesini onlara verebilmektir.
Geçmiş, yakın tarihsel süreç göstermiştir ki, tek başına bir ulusun, sınıfın, cinsin kurtuluşu cennete olamaz. Eğer bir cennet isteniyorsa bu, ancak dünyanın cennetleşmesinin bir parçası olarak gelişebilir. Kürdistan kadının özgürlüğü, dünya kadınının özgürlüğünden soyutlanamaz, özgünlükleri olmakla birlikte, erkek egemenlikli sistem kaç bin yıllık insanlık tarihine damgasını vuran bir sistem olmaktadır. Kadının varlığını açığa çıkarıp paylaştığı yeni bir sistem, tüm dünya kadınlarının ortak mücadelesi ile yaratılabilir. Ama bu mücadeleyi her kültürel, ulusal yapı kendi içinde, bütünün parçası olarak verebilir. Kürdistan’ın özgürlüğü, Türkiye’nin, İran’ın, Suriye’nin, Irak’ın özgürlüğünden ayrı ele alınamaz. Ki bu özgürlük kapsamı, devlet yapılanmasını içine almamakta, devleti sınıflaşmanın, köleleşmenin geri aracı olarak, zorunlu olmadıkça baş vurulmayacak bir araç olarak değerlendirmektedir. Böylece halklar kendilerinin olmayan ve hep kendilerinin aleyhine işleyen bu aracı elde etmek için birbirini kırmayacaktır. Çeşitliliğin özgürlük olarak ele alındığı bu felsefe, herkesin dilini, kültürünü özgürce geliştirebildiği, kendini örgütleyip siyaset içinde temsil edebildiği bir halklar federasyonunu ön görürken, geniş halk kesimlerinin çıkarlarına, en çok denk gelen bir yöntem de olmaktadır. Olay ve olgulara bu bütünlüklü yaklaşım dar, bozup parçalayan çatışmaların, küçük ben-merkezci yaklaşımların önünü almaktadır.
Başkan APO’nun kuantum ve kosmos fiziğinden yola çıkarak geliştirdiği bir diğer nokta ise, sıkı bir nedensellik ve düz çizgide kesintisiz ilerleme anlayışının geçerliliğini yitirmesiyle, meydana gelen gelişmelerin diyalektiğin ‘kaos aralığına’ bağlamasıdır. Bunu yaşama uygulamasıyla açıklamaya çalışırsak; Ortadoğu merkezli gelişen kriz durumunda ABD’nin yine süper güç olarak çıkacağını söylemek, tarihi düz bir çizgide düşünmektir. Ortadoğu’da yeniden düzenlenen yeni dünya denklemi, bir kaos ve belirsizlik durumu yaşamaktadır. Burada tek belirleyici ABD değil, Ortadoğu halkları ve dünyanın diğer çelişki ve çatışma yaşayan halkları olmaktadır. Gelişen bu çatışmalar niteliksel bir sıçrama yaratacak ve yeni dünyanın ilk ip uçlarını verecektir. Tarihi düz bir çizgide ele alma durumu, kadercilik ve dogmatizmin atası idealist felsefenin düşünsel bir biçimi olurken, idealist felsefeye cepheden savaş açan materyalist felsefenin da saplandığı bir yanılgı olmaktadır. Bu düşünüş biçimi, geçmişin ve geleceğin belirlenmiş olduğu idealist kaderciliğe, zorunluluk yasası adı altında hiyerarşik-sınıflı sistemleri kaçınılmaz görmektedir. Buna göre, en gelecekteki sosyalist toplumu da aynı biçimde kendiliğindenci bir yaklaşımla mutlaklaştıran materyalist felsefe de, idealizme eklemlenmektedir. Bu tarihi, doğa ve toplum yasalarını düz bir çizgide ele almanın getirdiği bir handikaptır. APOCU felsefe, doğadaki çeşitliliğin evrim ve değişimin içsel yasalardaki özgürlükten, özgürlüğün de esneklikten kaynaklandığından yola çıkarak, insan toplumunun da aynı özgürlük yasalarını sürekli yenileme potansiyelini barındırdığını belirtmektedir. Böylece kaçınılmaz ve zorunluluğun-mutlaklık zincirlerinden düşünsel anlamda koparılan insan, yaşamın ve doğanın yasalarına uygunluk arz eden özgürlük yasasına uygun yaşama olanağı bulmaktadır. Bu, potansiyelini açığa çıkarma, kendini, yaşamı yeniden biçimlendirme ve üretme anlamında büyük bir özgürlük anlamı taşıdığı gibi, gelişmelerin motoru olarak bireysel ve toplumsal emeği ön planda belirleyici konuma yükseltmektedir.
f) Düşünce Ve Maddenin Ortak Yaratıcı Gücü
Materyalist felsefenin temelini teşkil eden tarihsel akışı, toplumsal biçimlenişi madde ve ekonomi merkezli ele alış tarzı, en son bilimsel gelişmelere de dayanılarak kabul görmemektedir. Uygarlık tarihine baktığımızda insanlığı bu güne getiren ahlaki-moral değerlerin, totemden başlayarak din ve ideolojilerin, insanlığı bugüne dek biçimlendirmesi bunu gözler önüne sermektedir. Maddi koşullar kadar düşüncenin ve zihniyetin tarihsel gelişmede belirleyiciliği kabul edilirken, evrenin bitkiler ve hayvanlar dışındaki cansız, hissiz maddelerden oluştuğu görüşü ret edilmektedir. ‘Olmayan bir şeyden yeni bir şey doğmaz’ diyerek insanın oluştuğu tüm koşulların moleküllerini DNA’sında barındırdığından da hareketle, evrenin bütünen canlılık, sezgisellik, özgürlük özellikleri taşıdığı sonucuna gidilmektedir. Bu da insanı çözmenin, evreni çözmek olduğu anlamına gelmektedir. Bu bakış doğayı kullanımı esas alan hiyerarşik ben-merkezci yaklaşımı da alt üst etmektedir. Kendine dönmenin, yabancılaşmayı gidermenin ilk adresi doğaya saygılı, kucaklayıcı yaklaşım olmaktadır. Bitki türlerini korumaktan, ağaçlandırmaya, hayvanların sınırsız ve pervasız kesimini engellemeye giden ilk pratik güncel tepkiler bu yaklaşımın sonucudur.
g) Başkan APO’da Yaşamsallaşan APOCU Felsefe
21.yy’ın felsefesini yaratan Başkan APO, tarihin köşe taşları diyebileceğimiz, insanlığı düzenleyen, şekillendiren tarihsel kişiliklerin toplamı olarak bu topraklarda nasıl ortaya çıkmıştır? Sömürüye, yenilgiye, özüne ihanete boğulmuş, diplerde seyreden bir halk gerçekliği içerisinde, ruhu ve düşüncesi işgale uğramamış, yaşadığı her ana zaferler sığdıran bir kişilik gerçekliği halkımızı olduğu kadar dünyayı da sarsmaktadır. Onun sırrı nedir? Bu sırrı algılamak, anlamak, onun yaşamının her anına sinen, felsefesinin derinlerine inmek, kişiliğini çözümlemekten geçmektedir. Başkan APO’nun sistem içinde yarattığı karşı sistemi ve felsefesini yaşatıp temsil etmek, meşru savunma gücünün öncü militan kadrolarının başarısı için en temel görev olmaktadır. Bunun için anlama, özümseme ve yaşamsallaştırmak, özgürleşme ve yaşam esasıdır.
Kendini yaratan insan gerçekliği, halkını dünyayı değiştirmek için önce kendini değiştirip, dönüştüren, dar sınırları aşarak evrensel ölçülere kavuşan insan tipinin en çarpıcı örneği Başkan APO yaşamsallaşmaktadır. En çok kendi kendinin olan ve bir o kadar da kendisine ait hiç bir şeyi olmayan olmak, birbirine tezat gibi görünen ama birbirini bütünleyen iki temel özelliklerindendir. İçinde oluştuğu sistemin mantığını, düşünce yapısını bünyesine almayarak, büyük bir titizlikle ruhunu, duygu ve düşüncelerini temiz tutan ve kendi öz halk, insanlık gerçekliğine göre kendini biçimlendirmektedir. Bu kişilik gerçekliği her an sistemin bir oyuncağı olup da kendini en özgür asi sanan tiplemelerden oldukça farklı olmaktadır. Bu tipler kendi olmayı, güdülerini, kendine ait olduğunu sandığı ama her şeyiyle kendi aleyhine işleyen sistemin kurduğu düşleri, düşünceleri sınırsız yaşamak olarak algılarlar. Yani en çok kendine yabancı ve yaşamda kendi olmayan o kof kişiliğini merkeze koyarak tüm yaşamını bu kör ve bencil iç canavarını doyurmayla geçirmektedir. APOCU gerçekleşmede, tarihle en derin bağlar kurulurken, tüm kontrolü de öz iradesi ve bilinci sağlamaktadır. Tarihten bugüne yaşanılandan, kendi yaşadığı her ana kadar her şeyi düşünce ve duygunun ince süzgecinden yüzlerce belki binlerce kez geçirmektedir. Yönlendirilmek, kurulu çarka yağ olmamak temel alınmaktadır. En başta, bilinçle, duyguyla kendini tarihin en başına, özüne uygun biçimlendirmek, yaratmak istediği sistemi, kendinde işler kılmak önemsenmektedir. Diğer yandan o kadar yoğun, tarihle, toplumla kendini yoğurmakta, özlenen özgür toplumu kendinde biçimlendirmekte, kendine ait özel denebilecek zerre kadar bir alan bırakmamaktadır.
İnsanlığın ihanetlerle, korkularla, yalanlarla, her türlü zorbalıkla paramparça edilen doğruluk, dürüstlük, açıklık gibi değerleri onda bir çocuk saflığında korunmaktadır. En ağır bedellere de mal olsa İmralı uluslararası komplosunun ardından bile, karşı da en iki yüzlü sahtekar biri bile olsa kendi dürüstlük, açıklık ilkesinden taviz vermemenin onun için yaşamsal bir ilke olduğunu belirtmektedir. Milyonları kendi peşinden sürükleyip, en amansız savaşları verdirten, cayır cayır yaktırtan onun verdiği güven olmaktadır. Yalan, ikiyüzlülük, riyakarlık, ihanet özelde halkımızın, genelde insanlığın içinde boğulduğu, ölesiye uzaklaşmak istediği olgular olurken, samimiyet, sınırsız dostluk ihanet etmeyen yoldaşlık, söyledikleriyle yaptıklarının aynı olduğu dürüstlük, karşılıksız sevgi, özlem duyma, yine ölesiye bağlı olduğu değerlerdir. Başkan APO, kendisinde bu gücü, bu duruşu nasıl gerçekleştirmiş ve korumuştur? Sorusuna, kendiyle yüzleşip, kendini çözümleyebilmek olduğu kadar tutku düzeyinde her şeyiyle bütünleştiği amaç bunun bir kısmına cevap olabilir, ama bütünen karşılık gelemez. Çok büyük insanlık sevgisi, özgürlük tutkusu bu duruşun ana etmenlerindendir. ‘Özgürlük amaçları kadar araçlarının da temiz olmasını gerektirir’ diyen Başkan APO’da özgürlük istemine aşk düzeyinde bir bağlılık vardır. Ve hiç bir şey bu kutsal aşka leke değdirememekte ve kirletememektedir. Toplumsal bir hastalık düzeyinde yaşanan unutkanlık, hafıza kaybı, günü birlik yaşama onun çizgisinde rastlanmamaktadır. Sürekli bir değişim ve yenilenme içinde olmasına karşın hiç bir ayartıcı, hiç bir akıl-duygu oyunu ona yola çıkış nedenini, yol arkadaşlarını unutturmamaktadır. Anı alabildiğine canlı yaşamasına karşın bunu geçmişten asla koparmaz, yaşanılan her an hedefe akar, onu yakınlaştırıp büyütmektedir. Tarihin en başındaki acıları, direnişleri, bugüne günün acılarına, direnişlerine katarak öfkesini, duygularını bileyerek, bilincini netleştirmektedir. Halkın acılarını sevince çevirmek, onların özlemlerini gerçekleştirmek için her soluk alıp verişini mücadele haline getirmektedir.
Kolay olan, rahatlık içeren hep yüceltilirken, zor zahmetli olandan kaçılır. Yaşamı kolay götürmek, köşeyi dönmek bir düşünsel biçimleniş, yaşayış geride bırakmaktadır. Bu yaklaşım mücadelecilikten uzak, hazırcı, emek yoksunu nesiller doğurmaktadır. Katıldığımız bu zorlu mücadele içerisinde bile en kolayı arayıp bulmak, kökü derinde bir alışkanlık olmaktadır. Bu alışkanlık bizi en çok zorlayan, Önderlik gerçeği ile aramızda yükselen sur gibidir. ‘Büyük acılar ve büyük kötülükler eğer öldürmezlerse büyük gerçeklere ve güçlendiren özgür yaşama götürür’ diyen Başkan APO’da zor olanı gerçekleştirmek adeta bir yaşam sevinci kaynağıdır. Fethetme gücü, bir yaşam biçimi haline getirdiği mücadeleciliği onu en zorlu yolculuklara, savaşımlara itmektedir. Kolay olandan zevk duymaz, ona yaşadığını hissettiren, potansiyelini açığa çıkartan zorlu savaşımlardır. Her kazanım onu büyütmekte, daha zorlu olana yöneltmektedir. Bu zikzaklı yolun zafere çıkışı oldukça yaratıcı, üretken, emekçi aşk kişiliğini gerektirmektedir.
Emek, çalışma, günümüze gelindiğinde, kendine ait olmayan bir düşüncenin, amacın vardiyalı, hesaplı-kitaplı zorunlu çalışanı olmakla özdeşleştirilmektedir. Egemenlikli sınıflı toplum tarihinin bizde bıraktığı en büyük tahribatlardan biri de bu olmaktadır. Başkalarının işçisi olmanın getirdiği baskı ve zorunluluğa tepki, kendi öz tarihinin, kimliğinin yaratım işçisi olmada en çok kendini dayatmaktadır. Bir yanda yaşama güdüsü en zor koşulları bile kabullenişe götürürken, yaşamak için kaba zorunluluk kalktığında birey gönüllü olarak özgür gerçekleşmesinin hizmetindeki çalışmaya da angarya gibi yaklaşarak yoğun emeklerle yaratılan imkanların yiyicisi durumuna gelmektedir. Egemen sınıfın, cinsin hizmetinde köle olurken, özgür yaşama savaşımının özgür çalışanı olmama trajik bir ikilem olmaktadır. Çalışmamanın, tarih ve gelecek bağından kopuk anı yaşama felsefesinin özgürlük olarak algılanma yanılgısı buna götüren etkenlerdendir. Dışarıdan koşullanmaya, baskıya, düşünceden kopuk mekanik bir çalışmaya alışmış birey, kendini içeriden amacına göre planlayıp, gönüllülük temelinde özgür bir emek katma sürecine gelmemektedir. Başkan APO’da bu tam tersi işlemektedir. O, özgürlüğün, özgür irade ve bilincin hizmetinde olmayan emeği kabullenmezken, özgürlük koşullarını, özgür toplum ve bireyi yaratmanın en ağır işçisi konumundadır. Bu öyle bir işçiliktir ki, yaşamının tüm alanını, yirmi dört saatini en planlı ve sistemli şekilde kurmaktadır. Yemek yemek, spor yapmak gibi temel ihtiyaç alanları dahi eğitim olarak değerlendirilerek, bireye harcanan yoğun düşünsel, pratiksel emeğin bir parçası olmaktadır. Bireyin kendini bütünen boşluksuz bir sistem haline getirmesinin ve bu sistemin en inançlı işçisi olmasının tarihten bugüne gelen en büyük en üst düzeyde örneğini Başkan APO’da görmekteyiz. Dünyada insanlığa hizmet eden ideolog, bilim adamları tüm yaşamlarını amaçlarının gerçekleşmesine harcarken, yine de bu amacın dışında ‘özel yaşam’ olarak adlandırılan alanları mevcuttur. Oysa Önderlik gerçeğinde Kesire ile girilen ilişki özel olmaktan ziyade oldukça genelleşip, amansız bir özgür kadın savaşımı alanı olarak değerlendirilmiştir. Genel düşünce sistematiğinden kopuk olmayan bir tek anın bile bulunmayışı başarısının temel etmenlerindendir. Bu sistem içinde emek, zorunlu bir angarya değil bir yaşama biçimi, aşkla gerçekleştirilen bir eylemdir. Bu noktada çalışma değil, çalışmama, hareketsizlik, üretimsizlik ölümdür.
Bu yoğunlukta yüksek tempodaki yaşam, parçalı olmayan, bütünlüklü, kişilik gerçekliğinden gücünü almaktadır. Bütünlük, beyinden bedenin düzenlenişine giden, şablonlar, dogmatik durgun kurallar sistemiyle yaratılamaz. Yeniye, değişime açık olmaktan öte, sürekli yeniyle beslenen, kurduğu sistemin omurgası olan ilkeler titizlikle korunurken, onun dışında ön yargısız, sonuna kadar açık algılama, anlamayla, değişimle beslenen bir düşünsel sistematiğe sahiptir. Bizlerde yaşanan, bir şey isteyip, başka bir şey yapma, ilkeliyim deyip dogmatikleşme, yenilikçiyim deyip oradan oraya savrulma, başkalarını hedeflerinin aracı olarak görürken, kendini bunun dışında tutma, anlık psikolojilere göre karar verme, parçalı kişilik gerçekliğinin sonuçları olmaktadır. Sistematiklik, istemiyle doğru orantılı bir pratikleştirme kendini bir bütünen düşünce ve hedeflerine kilitleyebilme, koşullara teslim olmayan iradeleşme, sürekli üretim, iki zıt şeyi birden istemeyen, ya da ne istediğini bilen bu noktada kendi içinde kavgalı olmayan bütünlüklü karakter Önderlik de gerçekleşmektedir.
Tarihte yön veren, iz bırakan önder kişilikler dışarıdan algılananın aksine biraz araştırıldığında en sade olma gibi özellikleriyle de dikkat çekmektedir. Başkan APO kapsayıcı, komple olmanın yanında sadelik, doğallık insanı şaşırtan boyuttadır. Üslubundan davranışlarına yansıyan bu doğallıktır ki, herkesimden, ulustan, cinsten insanı aynı potada birleştirmekte, kimse kendini dışında hissetmemektedir. Yüzeysellik, yapaylıktan fersah fersah uzak, baktığında gören, yaşamın her şeyiyle ilgili, insanın ilkel en saf özünün, egemenlikten, kompleks ve kaygılardan uzak neolitik duyarlılığının bu güne uzanan sesi durumundadır. İmralı özgürlük manifestolarında en son halini alan, şiddet, zora olan yaklaşımları çocukken öldürdüğü hayvanlardan özür dileyecek, et yemeyi sapkınlık olarak değerlendirecek boyutlara ulaşmaktadır. Zerdüşt’te görülen hayvan, toprak dostluğu Önderlik özgürlük akademilerinde bir avuç toprakta yetiştirdiği, güvercinler ve çiçeklerle kurduğu canlı iletişimle tekrarlanmaktadır. Doğallık, doğaya, anaya, insana en yakın olmanın evrende varoluşun dilini yakalamanın en tabi sonucu olmaktadır. Şiddet ve zora karşı olan tutumu, ‘kendini bil’ ile başlayan felsefesinin diğer önemli ayağını oluşturan ‘kendini savunmayı bil’ ile belirlenmektedir. Kendini savunmak hak ve görev olarak ele alınırken, bunu yapmamak da lanetlenmekle, teslimiyetin çukurunda debelenmekle özdeşleştirilmektedir. Hayatına, kültürüne, değerlerine bir saldırı durumunda uygulanan zor, meşru ve zorunlu olarak kabul edilmektedir. Bunun dışında insanın insanla, doğayla, toplumla kurduğu tüm ilişkilerde zor dışlanarak, hiyerarşik sınıflı toplumun çöplüğüne atılır.
Onda gerçekleşen yeni, özgür insan, özgür toplumun protipidir. Bu çağı anlamak, dünyayı sallayan filozof, siyasetçi, sosyolog, yazar, komutan, sanatçı kimliklerini taşıyan Başkan APO’nun kişilik özelliklerini anlayıp, içselleştirmek, felsefesinin derinlerine yapılacak yolculukla mümkün olacaktır.