Felsefe ve SosyolojiGenel

DÜŞMAN GERÇEKLİĞİNİ TANIMAK, KENDİNİ TANIMAKTIR

Fuat (Ali Haydar Kaytan) Arkadaşın Kaleminden

“Kürt, kelamın gerçekliğini derinliğine anladığı zaman gerçekten geleceğini güvence altına alabilir. Bu açıdan kavramlara anlam yüklemek gerekir. Kavramları yerli yerinde kullanmak gerekir. Şimdi bizim egemenliği altında yaşadığımız bir düşman gerçekliği var. Düşman gerçekliğini tanımak kendini tanımaktır. Siz düşmanı tanımadan kendinizi tanıyamazsınız, bu mümkün değil. Hele hele egemenliği altında yaşadığımız düşman veya sistem Türk egemenlik gerçeği ise üzerinde son derece ve çok büyük bir ölçüde yoğunlaşmak gerekir. Onun bütün özelliklerini derinliğine bilince çıkarmak gerekir. İnkar ve imha siyasetinden söz ediyoruz. İmha ve inkar siyaseti deyip de geçerseniz veya sadece bu kavramın içerdiği anlamın sizin için çok derin bir geçerli gerçekliği yoksa, PKK geçekliğini de kavrayamazsınız, kendinizi de kavrayamazsınız. O açıdan inkar ve imha gerçekliğinin çok iyi bir biçimde bilince çıkartılması gerekir. Bu değersizleştirmeyi gündeme getirir. Yani inkar ve imha sisteminin kendisi bir değersizleştirmedir, değerden yoksun kılma ve yoksullaştırmadır. İnsan maddi şeylerle zengin olmaz, zenginlik maddi şeylere sahip olmak değildir. En büyük zenginlik manevi değerlerdir, insanlığın temel değerlerindedir. İnsanlığın hep koruyup, sürükleyip getirdiği, geleceğe taşırmak istediği ya da geleceğe taşırmada kendisi için bir basamak yapmak istediği değerlerdir. Geleceğe uzanmada, geleceğe yolculukta, uçurumları aşmada köprü haline getirdiği şey değerlerdir. Biz bu tür değerlerden bahsediyoruz. Ve bu anlamda değerleri salt maddi değerler anlamında ele almıyoruz. Bunun için de maddi değerleri birinci plana yerleştiriyoruz.

 

Değerin karşılığı kendisidir, bir başka karşılığı olmaz. Değer takas edilemez. Yurtseverliğin karşılığı işte beş-altı kilo altındır diyemezsiniz. “Bir vatanın karşılığı şudur, fiyatı budur, bu fiyatla ancak vatan satılabilir” diyemezsiniz, bu mümkün değil. Yani bir karşılığı yok. İnsanın da öyledir, insanın da karşılığı kendisidir. Kendi özündeki cevherdir. Bu, mübadele edilemez, bir başkasıyla takas edilemez, bunun bir bedeli yoktur. Bu açıdan değer denildiğinde bizim aklımıza gelen şey; bedeli olmayandır, karşılığı bulunmayandır. Ancak ve ancak kendisi olandır. Değerlere bu tarzda yaklaşmak, tanımlamak en doğrusudur. İnsanın karşılığı yoktur. Bir devrimcinin bedeli, değeri ölçülemez. Neden en yüce değer insandır diyoruz? Ya da en yüce değer yoldaştır? İnsan ve onun içinde de yoldaş en yüce değer olarak karşımıza çıkıyor. Biz bu anlamda yüceltiyoruz. Karşılığı, bedeli olmayan bir değer olarak değerlendiriyoruz. Benzer değerler çok sayıda çoğaltılabilir. Özgürlüğün de bedeli yok, özgürlüğün bedeli olsa olsa canınız olabilir. Yani kendinizi adarsınız bedel o olur, bir başka bedel olmaz. Ve özgürlüğe, bir başkası özgür olsun diye, bütün bir halk özgür olsun diye, bütün bir insanlık özgür olsun diye özgürlüğü kısıtlayan, gasp edenlere karşı kendi varlığınızı, ruhunuzu ve bedeninizi ortaya koyarsınız. Çünkü özgürlüğün bedeli ancak o olur. Ve o bile, onu verirken bile kendi bedeninizi, ruhunuzu bir kurban, bir adak olarak sunarken bile onu daha da yüceltmiş olursunuz. Onun değerini daha da arttırmış olursunuz. İnsanın bile bir karşılığı yoksa o zaman özgürlüğün bedeli zaten olamaz. Yani özgürlük öyle bir değerdir ki, işte bu tür manevi değerlerin bir karşılığı yoktur. Bir bedeli yoktur.

 

Kürt açısından durumu ele alıp değerlendirmek gerekiyor. Öyle bir sistem ki, insanı kendi özünden boşaltan, insanı kendi gerçekliğine yabancılaştıran, insanı insan olmaktan çıkaran bir sistem. “Bir kadına sen erkeksin diyemezsin, bir erkeğe de sen kadınsın diyemezsin.” Bazı şeyleri anlatırken karşıdaki sistemin dehşetini anladığın zaman, hissettiğin zaman tüylerin gerçekten diken diken olur. Şimdi “Kürde sen Türksün” diyor. Kadınlık bir kimliktir, cins kimliğidir. Erkek de bir kimlik cins kimliğidir. Kimlikler reddedilemez, kimlik kendiliğinden vardır, doğaldır. Onu siz kazanamazsınız, o sizdedir zaten. Bu açıdan halkların kimlikleri de öyledir. Yani Kürt, Kürt’tür. Geyik geyiktir, geyiğe eşek diyemezsin. Şimdi bunlar doğal kimliklerdir. Çiçek çiçektir, çiçek ağaç olamaz. Bu sınıfa, bu kategoriye koyamazsınız. Kürt de Kürt’tür, ama karşıdaki size şunu diyor; “sen Kürt değilsin, sen bir Türksün” diyor. Şimdi bununla da yetinmiyor, bunun ötesine geçiyor. Sizi Türkleştirmek istiyor, sizi Türkleştirmek isterken ne yapıyor? Sizin halk olarak şekillenişinizden beri birikmiş olan bütün değerlerinizi tahrip etmeye yöneliyor. Bunların içinde en temel olanı nedir? Dildir, dilini yasaklıyor. Diline kilit vuruyor. Dünyaya bakıyorsunuz, dünya haritasını açıyorsunuz ve üzerinde en küçük devletten en büyük devlete gidiyorsunuz. Veya devletsiz halkları bile görebiliyorsunuz. Örneğin Endonazya Hollanda’nın eski sömürgesi. Hollanda bağımsızlık tanımak istiyor, egemen bir ülke olarak ayrılmak istiyor. Şimdi Endonezya “ben ayrılmayacağım” diyor. Referandum yapılıyor çoğunluk Hollanda’yla birlikte yaşamaktan yana karar alıyor. Neden? Hollanda onun dilini, kimliğini reddetmiyor. Şunları eritme gibi bir durumu yok. Zaten Hollanda kendisine ulus bile demiyor. Mültü kültürel toplum diyor, karakteri, yapısı bu. Şimdi böyle bir durumda tabii Endonezya halkı için paylaşılabilecek değerler var, Hollanda zengin bir ülke niye ayrılsın ki, zenginlikleri paylaşmak varken veya diyelim ki, Hollanda kimliği altında Hollanda’nın pasaportuna sahip olduğunuz müddetçe Avrupa’nın bütün ülkelerini serbestçe dolaşabilirken. Her yere gidebilirsiniz. Bu, kendi etrafınıza çitler, sınırlar çekmek değil ki. Bu halk bu gerçekliği kavrıyor. Ama Kürt açısından ele aldığınız zaman Kürt, Kürt değildir. Kürt’ün vatanı yok. Başka gerçekliklere bakıyorsunuz biçimsel olarak her şeyiniz değiştiriliyor. Şehrinizin adı değişiyor, dağınızın adı değişiyor, ırmağınızın adı değişiyor, köyünüzün adı değişiyor, isimleriniz değişiyor. Her şeyiniz değişiyor, değiştiriliyor. Ve her şeyiniz değiştirilerek giderek süreç içerisinde size bu kabul ettiriliyor. Diyarbakır’a Diyarbakır demek zorundasınız, çünkü o artık Amed değildir. Urfa, Şanlı Urfa’dır, Riha diyemezsiniz. Başka şeyler için de yine öyle. Soyadı bile verilir size, soyadılar bile Türkçe’dir. Kürtlerde soyadı baba ismiyle anılır. Araplardaki gibidir veya Farslardaki gibidir. Ama o size istediği soyadını verir. Siz de öz Türk olursunuz. Ya da dalga geçer sizinle, Dilibaş olursunuz, Önayak olursunuz, İhtiyar, Kaplan olursunuz. Soyadlarını size takarlarken bile bunu sizinle dalga geçmek için yapar. Eğer biraz toplumda etkin bir yeri varsa, bir aşiret reisiyse, saygın bir aileyse soyadı olur Öztürk, soyadı Alparslan olur. Giderek onu size alıştırır, benimsetir. Siz onu kullana kullana benimser duruma düşersiniz, alışkanlık haline gelir ve değerlerden soyutlanma da işte böyle olur.

 

Bir insana kendi dilini yasaklama benimsettirilemez

 

Bunlar öyle sıradan, öyle ucuz geçiştirilebilecek şeyler değil. Bir halk bazı şeylerden vazgeçebilir, bazı şeyler bir halka kabul ettirilebilir. Kölelik kabul ettirilebilir. Kölelik toplumsal gelişmede bir evredir. İnsanlık belli bir süre kölelik sürecini yaşamıştır. Demek ki kölelik, insana zorla dıştan dayatılabilir, belli bir süre için de benimsettirilebilir. Daha değişik şeyler de benimsettirilebilir. Ama bir insana kendi dilini yasaklama benimsettirilemez. Yani gidip Hitler şu çılgınlığı yapmadı. Fransa’yı işgal etti, Rusya’yı işgal etti, Ukranya’yı işgal etti, Polanya’yı işgal etti, Doğu Avrupa ülkelerini işgal etti, ama hiçbir ülkede onların dilini yasaklamadı. Hitler Yahudileri kırdı, soykırımdan geçirdi. Abartılı olabilir ama altı milyon Yahudi’nin gaz odalarında imha edildiği söylenir. En azından üç milyon Yahudi’nin bu tarzda gaz odalarında yok edildiği imha edildiği söylenebilir. İnsanlık tarihine de soykırım sözcüğü biraz böyle geçiyor, Yahudi soykırımıyla geçiyor. Ama Hitler Yahudi yoktur diyemedi, çünkü bu bir çılgınlıktır. Yahudi yoktur demedi, Yahudiler Almandır demedi, tam tersine şunu söyledi; “Yahudiler Alman ırkını boğuyor. Ari ırkının üstün ırk olarak özelliklerini tahrip ediyor, bunun için Alman ırkının Yahudilerden temizlenmesi gerekir, Yahudi etkisinden arındırılması gerekir” dedi. Ne kadar çılgın olursa olsun bir anlam veriyorsunuz, yani bir iddiadır bu. Ama “Kürt, Türk’tür” iddiası olamaz, eşek attır bir iddia olamaz, ağaç çiçektir, geyik bilmem nedir diye bir iddia olamaz. Bu tür iddialar çılgıncadır, insanlık dışıdır. Bu şu demektir; sen benim istediğim gibi göreceksin. O açıdan topluma bunu benimsettirebilmek, kimliğini elinden almak, ülkesinin adını değiştirmek, dilini yasaklamak ve bir ulusu da bu yasağı benimser duruma düşürmek bir insanın düşebileceği en lanetli biçimdir. Lanetli toplum gerçekliği böyle ortaya çıkar. Kürt’ün lanetli tarihi de esas olarak buradan gelir. Lanetli bir toplum yani. Bunu kabul etmek gerekir. Biz lanetli bir toplumdan geliyoruz ve lanetli bir toplumu değiştirmeye çalışıyoruz.

 

Dinlerde de lanetli toplumlar vardır. Örnek verilebilir; Yakup Kadri Kara Osmanoğlu -ki, kendisi Türk kurtuluş savaşının yazarıdır, ona tanıklık eden Vahdettin dönemini Sodon ve Gomoro’ya benzetir. Zaten Sodon ve Gomoro diye bir de kitabı var. Vahdettin dönemini Sodon ve Gomoro’yla tanımladı. Hüviyet öncesi dönemdir. Sodon ve Gomoro Yahudi toplumunda vardır. Kenan topraklarına geçer. Tevrat’ta bu konuda çok çarpıcı belirlemeler var. Lanetli toplum kavramı da buradan gelir yani lanetlenmiş toplum. Gomoro gelişmiş bir kenttir. Fakat bu gelişmiş kentte insanlar tüm manevi değerlerden uzaklaşmışlardır. Ahlak, ahlaki değerler diye bir şey yoktur. İnsanları bağlayan, insanlar için ideal oluşturabilen ve insanlığı yüceltecek değerler gündemden çıkmıştır. Dine göre tanrı Gomoro’yu cezalandırmak ister, cezalandırmadan önce İbrahim peygamberi görmüş ve tartışır. Der ki; “ben Gomoro’yu cezalandırmak istiyorum.” Kentte oturanlar İbrahim’in yakınlardır. İbrahim der ki; “peki içinde ya gerçekten elli tane inanan insan varsa yine de o şehri yerle bir edecek misin” der. Tanrı da; “eğer elli kişi varsa ben vazgeçeceğim, yani o elli kişiye bağışlayacağım kentti.” Israr eder İbrahim, bilir ki elli tane yoktur ve şöyle söyler; “ya kırk tane varsa?” Pazarlık sürer, onu da kabul eder tanrı ve en son beşe indirir. “Beş tane bile varsa kentti cezalandırmayacağım” der tanrı. Bütün ahlaksızlıklara beş kişinin hatırı için kentin varlığını sürdürmesine rıza gösteriyor. Sınır burada durur, dindir yani hep mesajlarla anlatır. Tanrı iki meleğini gönderir ve iki genç erkek görünümündedir. Bunlar da unutulan Lut’un evine giderler Lut tabii bunları severek misafir eder. Lut inanan kişidir. Gomoro’da inanan tek kişidir denilebilir. Halk Lut’un evine iki genç erkeğin geldiğini fark ederler. Ve evin etrafına yığılarak derler ki; “onları bize teslim edeceksiniz.” Ahlaksız bir toplum, burada ahlaksızlığın boyutları anlatılır. O zaman Lut derki; “bunlar benim misafirlerimdir. Ben misafirlerimi size teslim edemem.” Misafirlerini korumak için yapılabileceği fedakarlığını en üst düzeyini gösterirler. “Benim el değmemiş iki kızım var, onları size vereyim” der. “Hayır, biz senin kızlarını istemiyoruz. Bize onları teslim et” derler. Tabii bunlar kapıyı da kırıp içeriye de giremezler, çünkü karanlık basmıştır. Ve iki kişi kimliklerini deşifre ederler. “Tanrı bizi gönderdi” derler. Lut’a; “siz hızla kentten çıkacaksınız” derler. “Sana inan herkesi topla ve hızla kentten çıkın” derler. Tabii Lut gider yakınlarına söyler, ama kimse inanmaz, değer vermezler. Sadece iki kızı ve karısıyla birlikte kentten çıkar. Yalnız melekler şunu söylerler; “çıkarken kenti hızla terk edin ve sakın arkanıza dönüp bakmayın.” Lut ve kızları uyar, ama karısı dayanamaz. Şehirden alevler içinde patlamalar, sesler gelirken geriye dönüp bakar ve taş olur. Lut kızları ile birlikte hızla uzaklaşır ve böylece kurtulurlar. Bunun bize verdiği mesajlar var; düşüşte, hiç bir manevi değer tanımama, ahlaksızlık, ahlaksızlığın ulaştığı en üst boyutlarda toplumun düşkünleşmesi, düşkünleşmenin boyutlarını ortaya koyar. Yani verdiği mesajda cinsel ahlak bile ortadan kalkmıştır. Bir diğer şey de insanlar hep maddi şeylere tapıyorlar manevi hiçbir değer yok, onları birleştiren hiçbir manevi değer yok.

 

Böyle bir toplum yanmak, yıkılmak zorunda, bunun başka bir yolu yok. Yıkılmak zorunda, tahrip olmak zorunda. Tanrı bile onu değiştirmek istemez, cezalandırmak ister. “Yerle bir olmalıdır, yanıp kül olmalıdır” der. Ondan sonra bir de eski yanarken geriye dönüp bakmak yok, eskiye acımayacaksın, geriye dönüp bakmayacaksın, geriye dönüp bakmak acımak demektir. Acımak demek onu sevmek demektir. Sevdiğiniz yanarken acırsınız, sevdiğiniz yok olurken büyük acı duyarsınız ve dönüp arkaya bakarsınız. O açıdan geriye dönüp bakmak yok. Şimdi bu şu anlama geliyor; verdiği çok çarpıcı mesajlar var. Kürt toplumu ile karşılaştırın, lanetli toplum gerçeği açısından ele alıp değerlendirmekte yarar var. Yani Lut kavminin, yani Gomora erkeğinin erkeğe düşkünlüğü ile Kürt’ün vatansız olması, dilsiz olması, kültürsüz olması, kimliksiz olması ve her şeyinin elinden alınması. İnsani ve ulusal kimliğin, dilinin elinden alınması karşısında suskun kalması, bunu kendisine yedirebilmesi, bunu benimser duruma düşebilmesi en büyük düşkünlük, en büyük lanetlilik değil midir? Karşılaştırma yapılabilir ve şu çok rahat bir biçimde iddia edilebilir; Kürt’ün içinde bulunduğu durum ‘70’ler öncesinde PKK’nin ortaya çıkışından önceki koşullarda Kürt halkının içinde bulunduğu durum, Lut kavminin içinde bulunduğu durumdan daha kötüdür, daha dehşet vericidir, daha ürkütücüdür. Değerlerden daha fazla uzaktır. Gomoro kentinin ahalisi kendi toprakları üzerinde yaşıyor, kendi dilini konuşuyor, kendi kültürünü kendine göre sürdürüyor. Ama Kürt’ün elinde bu da yok. Dolayısıyla PKK’e gerçeği buradan çıkış yapıyor.

 

Yaşam emaresinin olmadığı yerde değer yoktur

 

Şimdi bazen hep kavramlar kullanılarak denilir ki; “PKK sıfırdan gelişme yarattı.” Öyle değil mi? Bazı arkadaşlar “sıfırdan bir gelişme yaratmak bir sözdür, bir cümledir” diyebilir. İçeriği var mı, değeri var mı, yok mu, neyi ifade ediyor? Bunun anlamını fazla bilince çıkartmazlar. Kolay bir şey değildir bu. Hiçbir şey yok ortada, yani PKK’e tanrı değil ki onun gibi “ol desin de olsun.” Öyle bir şey olamaz, PKK’nin gerçekliği o değildir. Bu bir emek olayıdır. Çok ince bir emekle, çok büyük bir sabırla çalışacaksınız. Çalışacaksınız ve bir damara ulaşacaksınız, bir yaşam emaresi bulacaksınız ve oradan tutacaksınız Anlamı budur işte. Sıfırdan gelişme yaratmak bu anlama gelmektedir. Ortada çok az şey var, normal bir gözle bakılınca görünmüyor. Denir işte; “bakar ama görmez, duyar ama işitmez, yüreği var ama hissetmez.” Yani yüreği nasır bağlamış. Kürt’ün de yaşadığı durum budur işte. Aslında normal insan baktığı zaman o toplumda bir şey görmüyor, yani yaşamın emaresi yok. Yaşam emaresi olmadığı yerde değer yoktur. Çünkü yaşamın kendisi bir değerdir. Değerlerle yaşam yaşamdır, değersiz yaşamaya yaşam diyebilmek mümkün değildir. O, insana özgü bir yaşam olmaz. İnsan değerlerle yaşar. İnsanın insan olması hep emeğiyle bir şeyler ortaya çıkarmasıdır. Hep kendisini geliştirmesidir. Yani buna dinsel bir motif kazandıramazsınız. Dinsel değildir, doğrudan emek olayı ile bağlantılı. Yani insan emeğiyle bağlantılı.

 

O zaman şu akla gelir; yani PKK her şeyi son derece sabırlı bir emekle yarattı. Önderliğin büyüklüğü burada. Başkası o toplum gerçeğine baktığı zaman ölümü görüyordu. “Değmez, bu topluma bakıp da ne yapacaksın. Bu toplumla bir şey olmaz” derdi. Önderlik şunu söylerlerdi; “insanlar öylesine değersiz ki, insanın kendisi bile kendisini kuru ağaç parçası” diye tanımlıyor derdi, yani kuru kütük parçası. Önderlik değerleri anlattığı zaman kendi çevresindeki, köyündeki insanın, halktan herhangi bir kişinin söylediği şey şudur. Konuştuğu yerin yanında bulunan ağaç kütüğünü göstererek; “eğer sen bu ağacı yeşertebilirsen buna can verebilirsen bizden de adam çıkar, bizden de insan çıkar “dermiş. Bu ne anlama gelir? Kürt insani bütün vasıflarından arınmıştır. O anlamda KürtF’ün değeri yoktur. Değersiz bir şeye değer kazandırmak mümkün değildir. Değersiz bir şeyin değer düzeyini yükseltmek mümkün değildir. O açıdan vazgeçmek gerekir. Bir başkası Başkana; “bizler başımızı salladığımız zaman kulaklarımız çenemize değiyor, biz uzun kulaklıyız bize laf anlatamazsınız” der. Kürt’ün kendisine tanımı bu.

 

İhanet değersizleşmedir hain değersiz insan demektir

 

O anlamda PKK’nin ilk manifestosunu gerçekten çok çarpıcı bir biçimde okumak gerekir. Hayvanlaştırılmanın eşiğine getirilmiş Kürt tipinden söz ediyor. Bu önemli bir kavramdır. PKK insanı buradan alıyor ve değerlerle tanıştırıyor. İnsanı buradan alıyor değerlerle karşı karşıya getiriyor. Ve günümüzde ulaşılan Kürt tipini ortaya çıkarıyor. Şimdi Kürt’ün yaşadığı bu gerçekliğe ne denilebilir? Kendisine ihanet ettirilmiş bir toplum, kendi gerçekliğine ihanet ettirilmiş bir toplum. İşte Kürt gerçekliği bu, kendisine, kendi gerçekliğine tarihine ihanet ediyor, kültürüne, kendi özüne ihanet ediyor. Şimdi bu anlamda biz ihaneti nasıl tanımlayacağız? İhanet değersizleşmedir. Hain değersiz insan demektir. Tüm değerlerden arınmış kişi demektir, onun için değer yoktur, onun için her şey metadır, yani satılır, verilir ve sunulur. İsmail Beşikçi’nin çok ilginç bir Kürt tanımı var; “Kürtler namusu gasp edilmiş bir halktır” der. Dünyada bir başka halk böyle tanımlanmaz, yani namusu gasp edilmiş halk tanımı yoktur. İsmail Beşikçi o konuda bir anısını da anlatır. Anısı çarpıcıdır; olay Muş tarafında geçer, genç bir kız çeşmeye su almaya gider ve genç bir erkek de çeşmede atını sulamaya gider. Muhtemelen sevgili de olabilirler, ama olay şöyle anlatılır: Başkaları erkeğin elinin kızın saçına vurduğunu görürler. Köyde anında haber duyulur ve kız tarafı ile erkek tarafı birbirine girerler ve böylece çok insan ölür. Karakol yakındır. Askerler gelir köyün çevresini tutarlar, ama çatışmaya müdahale etmezler. Bir birilerinden yeterince adam vurduklarına inandıkları andan itibaren askerler köye girerler ve bütün köyü toplarlar, kadın erkek hepsini karakola götürürler. Karakolda kadınları bir tarafa, erkekleri bir tarafa koyarlar. Ve ondan sonra karakol komutanı askerleri kadınların üzerine saldırtır. Kadınlar feryat etmeye başlarlar. Erkekler hiç sesini çıkarmaz. Daha sonra erkeklere sorar; “niye senin soyundan bir insanın, senin halkından bir insanın eli bir kızın saçına değmiş diye karşı tarafın kökünü bile kurutabiliyorsun da, ama diyelim askerdir, senin soyundan da değil, bir yabancı senin namus bellediğine saldırıyor, her şeyi yapıyor niye hiç sesini çıkarmıyorsun” der. Erkek; “o devlettir, yapar” der. İşte Kürt’ün yaklaşımı bu yani, başlangıç itibarıyla sömürgecilik, egemenlik gerçekliğine, özellikle de isyanlar sonrası yaklaşımı bu yani. Bir başka örnek; “genç biri gelip beni yakalayıp ‘sen Kürtlere küfür ediyorsun’ dedi. Yani ben Kürtlere küfür etmedim, ben Kürtleri seviyorum, Kürtler için çalışıyorum, niçin Kürtlere küfür edeyim ben? ‘Yok sen diyorsun namusu gasp edilmiş.’ Şimdi bu ne anlama geliyor? İstediği zaman namus olarak bellediğin her şeye hükmedebiliyorsa, istediği gibi kullanabiliyorsa senin namusunun güvencesi yoktur, gasp altındadır. Gerçeklik budur, bunu kabul etmek zorundasın. Ve ikna oluyor da. Bunun bir hakaret anlamına gelmediğini, gerçeğin kendisinin bu olduğunu ve namuslu olmanın, namusuna sahip çıkmanın ancak bu gasptan kurtulmanın, böyle bir egemenliğe karşı direnişten geçtiğini kavramaya başlıyor. Gerçeklik bu, bizim halk gerçekliğimiz bu ve bizler de buradan geliyoruz.

 

Bu halk gerçekliği, lanetli halk gerçeklikleri yine karşılaştırılabilir. Bize Önderlik hep Musa’yı örnek verdi. Yani Yahudilerin öncüsü, Yahudi ulusunun kurucusu Musa peygamberi hep örnek verdi. Bugünkü Yahudi toplumuna damgasına vuran bütün ilkeleri ortaya çıkaran kişiliktir Musa kişiliği. Yahudiler Mısır’da yaşarlar, sürgünde bir toplum, kendi topraklarından kopmuş, ülkesinden kovulmuş bir halk olarak Mısır’da köle statüsünde yaşarlar. Musa bunları yeniden kendi ülkelerine çevirmek, vadedilmiş topraklara götürmek ister. Ve kendi insanlarına yeniden kavuşacakları toprakları böyle benimsetmek isterken süt ve bal akan ülke tanımını yapar, yani Kenan ülkesi öyle bir ülke, İsrail toprağı. Maceralı bir şeydir, kırk yıl boyunca çölde dolaştırır durur o halkı. Halk pişman olur ve Musa’ya isyan ederler. “Sen bizi kandırıyorsun, hani nerede senin ülken? Bizi getirdin çölün ortasında dönüp dolaştırıyorsun, Mısır’da ölseydik hiç olmasa belli bir mezar yerimiz olurdu. Mezar yerimiz bile olmayacak” derler. Musa geçici ve çok kısa bir süre için onları terk eder. Ondan sonra yeniden buzağıya taparlar ve kendilerine buzağı heykeli yaparlar. Daha sonra buzağıya tapmayı terk ederler. Musa’nın tanrısı Yahova’dır. Toplumu ülke ideali ile yola çıkarırken aynı zamanda onları bir tek tanrıya Yahova’ya bağlar. Ama Musa kendilerine öncülük, önderlik eder belli bir yere kadar getirir. Ama o uzaklaşmada geçici bir ayrılıktır, bir an için uzaklaşmadır, onlar tekrar geriye, eski inançlarına dönerler, yani putperestliğe dönerler. Bunun üzerine Musa korkunç bir şiddetle onları cezalandırır. Yani içte çok yoğun bir savaşım verir.

 

Kendi celladına sevdalanmak Kürt’ün gerçekliğidir

 

Bu yönüyle ele aldığınız zaman Önderlik, Musa gerçeğini çok özenle incelenmesi ve değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Önderlik gerçeğiyle, Musa gerçeği arasında gerçekten çarpıcı benzerlikler var. Dikkat edin, Önderlik eğitiminde çok arkadaş kaldı. Bizler hepimiz kaldık. Belki de onun yanındayken, yanı başındayken Önderlik hep anlık ve günlük olarak bize hükmederken belki de bir PKK’ye inanan bir insan gibi çalıştık ve öyle göründük. Ama bir süre sonra Önderlikten uzaklaşınca en azından aramızda fiziki bir uzaklık doğunca herkes biraz da kendi bildiğini yaptı. Ama Önderlikten uzaklaşırsan gerçeklikten de vazgeçersin aslında. Aslında yine eskiye dönüyorsun, yine eski geleneklerini tekrarlıyorsun. Bu geleneğine ihanettir aslında. İhanet sözcüğü çok ağır gelebilir, böyle benzetme mi olur, ama şunu kabul etmek gerekir; bizim gerçekliğimiz ihanetin içinden çıkıp gelen bir gerçekliktir. Bunu unutmamak zorundayız. Kürdistan’da bu ihanete bulaştırılmamış tek bir Kürt bile yoktur, bunu da kabul etmek zorundayız. İhanete bulaştırılmamış, ihanetten nasibini almamış tek bir Kürt bile kalmamıştı. PKK o koşullardan çıkıp geldi. Önderliğin bu anlamda çocukluğunu anlatması boşuna değildir. Önderliğin ilk kavgasını anlatması boşuna değildir. İlk kavgasını 8-10 yaşında başlatması önemli bir olay. Hanginizin kavgası 8-10 yaşında başladı? Hiçte öyle değil, ben kendimi çok rahatlıkla tanımlayabilirim, Başkan; ‘Kürt ailesi çocuğunu yetiştirir oğlum okur paşa olur’diyordu. Her Kürt ailesi çocuğunu bu edebiyatla, tarzla yetiştirdi. Özellikle erkek çocuğun yetişme tarzı budur. Oğlu okur paşa olur, bey olur. Aslında paşa, bey dediği kazara bir devlet memuru olur. Devlet kapısında bir hizmet olanağı bulabilmektir, devlete hizmettir. Bu anlamda kendi celladının kapısına yamanmaktır, bir bakıma deyim yerindeyse kendi celladına sevdalanmaktır. Kürt’ün gerçekliği budur, kendi celladına sevdalanmış bir gerçeklik. Başkasını bir yana bırakıyorum, kendi gerçekliğimden yola çıkıyorum. Örnek vermek açısından büyük önem taşıyor. Başkanın gerçekliği benim için aynadır. O, sekiz yaşında kavga başlatıyor. Kendi gerçekliğime dönüp bakıyorum. Benim ailem soykırımdan arta kalan bir aile. Yani diyelim ki, babam kurtuluyor, annem çocuk olarak kurtuluyorlar, akraba ve aile çevreleri yok ediliyorlar. Annem, babam sürgün ediliyorlar. Baba tarafı Eskişehir’e, anne tarafı Kayseri’ye ve yıllarca sürgün de kalıyorlar. Sonra da sürgünden dönüp Dersim’e geliyorlar. Ve orada aile kuruyorlar. Benim doğum tarihim ’51. Katliam ‘38’de son buluyor. Aslında soykırım 43’e kadar devam ediyor. Şimdi ‘51 ile ‘38 arasında on üç sene geçiyor. Soykırımın üzerinden on üç sene geçiyor sadece. Dersim soykırımı deyip geçmemek gerekli. Mesela Süleyman Demirel bile 12 Eylül öncesinde Türk generallerine aynen şunu söyledi; -Süleyman Demireli’in ne denli azgın bir faşist, ne denli azgın bir Kürt inkarcısı olduğunu biliriz, Ama yinede “bana Dersim kanununu yaptıramazsınız.” Dersim kanunu sel kanunudur. Yakıp, yıkma, kök kurutma kanunudur. Küçücük daracık bir yerdir Dersim, o zamanki nüfusu ne olabilir. Fakat en az o koşullarda on bin kişinin yok edildiği söylenir. Bunların çoğu kadın, çocuk ve yaşlıdır. Eli silah tutan adam fazla ölmemiş, yani kendisini savunabilmiş. Ama onlar köylerden topladıkları kadın, çocuk, yaşlı hepsini kurşuna dizmişler ve hepsini yakmışlar.

 

Şimdi böyle bir toplum içerisinden geliyorsun. Aslında şu da var; öyle bir gerçeklik ki, yani mağaralara girerseniz, mesela diyelim yaralı insanlar mağaralara gitmiş ve bir yere, bir kayaya sırtını dayadığını görebiliyorsunuz. İskelet haline gelmiş, ama sırtını kayaya dayamış, mağara içinde öylece duran iskeletleri görebilirsiniz. Bu tür şeylerin canlı örnekleri çoktur yani.

 

İhanet unutmaktır

 

Bir kadın vardı. Bir köyde toplu katliam yapıyorlar, üç yüze yakın insanı birden bir uçurumdan atıp yok ediyorlar. Bir tanesi yaralı olarak yabani asmaya takılıyor, öyle kalıyor. Her tarafı kurşun ve sungu yarası, tabii önce tarıyorlar sonra süngülüyorlar, ondan sonra da uçurumdan atıyorlar. Soykırımdan kurtulanlar gelip kadını uçurumdan kurtarıyorlar. Kadın yaşıyor. Ama her tarafı eğridir. Topal ve soykırım anıtı gibi, zülüm anıtı gibi, gerçekten durumu bu. Bu tür şeylerde görüyorsunuz ve neden bu böyle dediğimiz zaman, size hikayesini de anlatıyorlar. Ama ne kadar hissediyorsunuz orası önemli. Bilinç önemli bir olay aslında, ama unutursunuz. İhanet unutmaktır. Bunu unutmamak lazım; unutmak eşittir ihanettir. Size unutturmak isterler, zaten sömürgeciliğin işi o. Şunu yapıyor; diyor ki, “bir daha bu soykırımın yapıldığını hatırlayabilecek kimseyi bile sağ bırakmayacaksınız.” Dersim soykırımının özelliği odur. Daha çarpıcı örnekleri var.

 

Mesela böyle bir aileyi tümden yok ediyorlar. Aynı zamanda aşiretin önde gelen bir ailesi, Klanda, aşirette şef önemlidir. Dersim’de çok yoğun bir feodalizm yok, ama aşiret bağlılığı var. Küçük bir çocuğun, beşikte bir bebeğin kurtulduğunu söylüyorlar. Soykırım sona ermiş, ordu da gücünü Elazığ’a çekmiş, ama ihbar gidiyor. Diyorlar ki, “o aileden bir çocuk kurtulmuş.” Onun üzerine ihbarlar araştırılıyor. “Çocuk falan yere verilmiş” diyorlar. Devlet yeniden o alana operasyon yapıyor. Ve sonra gidip o aileyi buluyorlar, aile diyor ki; “çocuk gerçekten bize verildi, ama çocuk sadece anne sütü emzirilerek yaşayabileceği için bizde de emzirecek kimse olmadığından çocuk öldü, gömdük” diyor. Mezarı kazıyorlar, bakıyorlar çocuk cesedi var, o zaman operasyon geri çekiliyor. Sömürgecilik bu işte, karşısında olduğunuz egemenlik bu, onun Dersim gerçekliği bu. Şimdi ben üzerinde on üç sene geçen bir soykırımdan sonra dünyaya geliyorum. Mesela sekiz yaşında ilkokuldan sonra ailemin hep yönlendirmesi şu oldu; “okuyacaksın, memur olacaksın, okuyacaksın işte bilmem şu-bu olacaksın.” Şimdi benim yönlendirmem hep bir cellada doğrudur. Yani kendi celladına göre birisi aslında. Önderlik tanımlıyordu ya; “kendi celladını sevmek kendi celladına sevdalanmak” gerçeklik bu. Ve lise öyle geçiyor. Bireysel olarak buna sizin tepkileriniz, olabilir sorun değil. Mesela ben çocukluğumda hissettiğim bazı şeyler var. tepkilerim var, protestoculuğum var. Bilmem ne, ama yine de gidiyorum. Yol hep cellada doğrudur, celladın ağzına, içine, midesine doğru gidiyorsunuz yani. Ve ben 21 yaşına girince Önderlikle tanışıyorum. Önderlik bana Kürt olduğumu söyledi biliyor musunuz? İçinden ben geliyorum, ama Önderlik bana anlatıyor. O zamana kadar ki yaşamım böyle, işte ben öyle bir gerçekliğin içinden geliyorum. Düşünün canlıdır, yaşayan tanıkları var, soykırım artıkları var, annem babam soykırımdan arta kalanlardır. Sürgünden gelen insanlar yaşamışlar, esir almışlar, yanlarında insanlar kırılmış, yani ben onlardan geliyorum ve bilmiyorum, kimliğimi bilmiyorum. Nereden geldiğimi bilmiyorum. Ve öyle bir an geliyor ki, Parti Önderliği, bana nereden geldiğimi gösteriyor. “Sen Kürtsün, senin tarihin bu, sen böyle bir gerçekliğin içinden geliyorsun” diyor. Ve sen böyle yaşamak zorundasın.

 

Değersiz bir yaşamı tepkisizce kabullenme insanlıktan çıkmadır

 

Dünyaya bak, insanlara bak, toplumlara bak nasıl yaşıyorlar. Bizim gibi sömürgeler var doğru. Ama bir Vietnam’a bak, Vietnam o zaman canlı ve hala savaş halindeydi. Vietnam’da ulusal kurtuluş mücadelesi devam ediyordu. Afrika’nın bir çok ülkesinde ulusal kurtuluş savaşları vardı. Angola’da, Mozambik’te yoğun mücadeleler vardı. Vietnam’da halk savaşı vardı ve bu savaş bütün insanlığı etkiliyordu. Sen oraya baktığın zaman seni etkiliyor olabilir, ama neyini etkiliyor? Sen geçmişe dönüp bakmak zorundasın. Ama bir rüzgar diyelim, etkilenmen; rüzgarın önüne alıp sürüklediği kurumuş bir ot parçasıdır. Seni nereye götürürse onun önünde sürükleniyorsun. Sende yaşam emaresi varsa bile rüzgarın süpürüp getirdiği tohum tanelerini bazen kaldırım taşlarının arasına düşerler ve orada yeşerirler, kaldırım taşları üzerinde geçici bir anlık yaşam oluyor. Anında yeşerir bir yağmur tanesi, su tanesi değer ve sonra kurur. Yaşam emaresi o kadar köksüzdür, kökleriyle kesilmiş kökleriyle bağı kesilmiş yani. İşte gerçeklik bu. Önderliğe benim bağlılığım oradan geliyor. Beni yeniden doğurdu yani. Benim doğum tarihim oldu, benim doğum tarihim 1972 diyorum hep. Ben orada doğdum aslında.Bende ütopya var. Nedir? Çok dar bir ütopyadır. İşte celladına gideceksin yani. Okuyup adam olacaksın. Ama okuduğun kim, birleştiğin kim, seni okutan kim, kimin midesine giriyorsun? Celladın midesine! Oraya doğru yol alıyorsun ve işte gerçeklik bu. Kendi celladına sevdalanıyorsun. Yani hayvanda bile yoktur bu. Bir koyun kasabın peşine takılır mezbahaya doğru gider, tam da mezbahada siz bıçağın altına yatırdığınız zaman koyun çırpınır ve kurtulmak ister. Siz insansınız tepki göstermek zorundasınız. Ve sen buna tepki göstermiyorsun. Cellada, ölüme karşı tepkisizlik aslında değersizlik demek. En soylu değer yaşamdır. Bunun için biz hep yaşamı güzelleştirmek isteriz, yaşamı değerlerle donatmak isteriz. Değersiz bir yaşamı tepkisizce kabullenme insanlıktan çıkmadır. Yani lanetli hale gelmektir. Lanetli toplum gerçeğinin hücresi durumuna düşürülmektir bu. Ve biz bu durumdan çıkıp geliyoruz. Ben gerçekliğimi hep böyle gördüm.

 

İnsan her zaman kendi yaratıcısına daima bir minnet duyar. Birey olarak bunu duymayan, hissetmeyenin insanlığından kuşku duyulur. Anne sevgisi müthiş bir sevgi değil mi, kim annesini yadsıyabilir. Aynı zamanda bir ulus için adeta koruyucu anne görevini yerine getiren bir Önderlik gerçeğimiz var bizim. PKK Önderlik gerçeği o, Başkan Apo’nun gerçeği o; bir ulusun yaratıcısı. Bu anlamda böyle bir düzeyden çıkarıp bir halkı bu düzeye getiren bir Önderlik gerçekliği. Bir sefer bunu görmek lazım. Aslında bir yönüyle ele aldığımız zaman Kürt tarihi baştan başa bir acılar tarihidir. Mesela Önderlik hep şunu söyledi değil mi yani acılar tarihi. “Acıların güce dönüştürülmesi gerekir. Acıların en büyük kuvvet kaynağı haline getirilmesi gerekir.” Ama acıyı hissedebilmek gerekiyor. Hissedebiliyor musun? Tarihinde bu yaşananları derin acısını gerçekten kendi içinde yaşayabiliyor musun? İşte burası önemlidir. Bir ulusun acısını hissetmek, kolektif bir acıyı hissetmek, tarihin acısını, tarihin bagajında dopdolu o acıları derinliğine hissedebilmek ve onu güce dönüştürerek geleceği yaratmak. Acıların çemberinden geçen insan güzel bir insandır. Acı çeken yüz insanlığın en güzel yüzlerinden biridir. Bu anlamda bunu size sağlattıran bilinç olur. Başkandaki derin ve büyük bilinci görebiliyor musunuz? Bu bilinç, büyük bir acıyı da beraberinde getiriyor, bu büyük acı büyük öfkeyi getirir. Bu amaca bağlılık da burada ortaya çıkar.

 

Tarih bilinciniz size bu acıları yaşatmıyorsa, mevcut olanı değiştirme çabası içerisine giremezsiniz. O anlamda geleceği büyük bir inatla, büyük bir imanla, büyük bir sabırla kurmaya yönelemezsiniz. Başkan Apo’da bu var. Bunu ona sağlattıran şey gerçekten yoğun bir tarih bilinci, yoğun bir ulus bilinci, yoğun bir insanlık bilinci, yoğun bir özgürlük bilinci, aynı şekilde sömürgeciliğin dehşetinin bilinci. Bütün bunlar, Önderliği Önderlik yapan en temel gerçeklerdir.

 

PKK bir terbiye hareketidir terbiye de insanın değer kazanmasıdır

 

Başlangıçta kavramlarımız yoktu bizim. Çok genel geçer bazı kavramlar vardı; sosyalizm, devrimcilik, komünizm, gelecek ütopyası, yeni bir dünya kurma, özgürlük, eşitlik, ama hepsi geneldir. Bunları nerede kuracaksınız? Bir kök üzerinden geliyorsunuz, kökleriniz olmalı, Kürtlerin çok güzel deyişleri vardır; her ağaç kendi kökü üzerinde yeşerir, ama siz köksüzsünüz, kök bilinci yok ki sizde. Nerede kuracaksın sosyalizmi, gelecek ütopyasını neyin üzerinde inşa edeceksin? Soyut bir Türkiye kavramı var o zaman. Kimlik bilinci yok, ulus bilinci yok, dil yok, hatta utanmak var. Örneğin biraz aksanınızdan yola çıkarak “hemşerim doğulu musun?” diye sorulduğunda “He” diye yanıt veriyorsunuz. Nereden çıkardığını sorduğunuzda “Senin konuşmandan anlaşılıyor” diyor. Kürtçe anadilinizdir, bütün yasaklamalara rağmen yok edememişlerdir, Türkçe’yi sonradan öğreniyorsunuz, bu açıdan da bir Türk kadar Türkçe’yi konuşamazsınız, aksanınızdan belli olur. Belki de bu belirsizlik, farkın silinmesi, Türkçe öğrenmeye yatkınlık en fazla bizim yöre insanında var, yani daha hızlı öğrenme, Türkçe’yi gerektiğinde bir Türk’ten daha iyi konuşma. Örneğin bir Kayserili benim gibi konuşamaz. O “ne eriyon?” der. Ben; “ne yapıyorsun?” derim. Mesele bu değil, şunu demek istiyorum; bunun, bir an önce eskiden kopmakla bağlantısı var. Bunu çok isteyemezsiniz, fakat bir korku yaratılır, size siner, sizi yönlendirir. Bu bir ruhsal şekillenme olur aynı zamanda. Onun için uzaklaşırsınız. O dehşet sizi buraya yöneltir. Neden yabancılaşma geçmişte Dersim’de çok daha fazlaydı? Oysa ben şunu çok rahat iddia edebilirim ki, Kürdistan ovaları çok daha geçmişten beri yabancı egemenlik altında kaldılar. Bir Urfa veya Mardin, Amed daha fazla yabancı egemenlik altındaydı, çünkü düzdür, sömürgecilik, yabancı işgal daha fazla egemen olur. Dersim dağdır, gerçekten direnmiştir. İşgal olmuş, fakat hep kendisini korumuş. 1938 soykırımın üzerinden yirmi yıl geçmeden hızla bir imha süreci, Türkleşme yaşıyor. Neden? Yapılan soykırımın büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Buna karşı köklerine daha fazla bağlıdır. Bunu çok bilinçli yapmaz, yaratılan ruhsal şekillenme, geçmişin dehşeti onu hep buna yöneltir. Zaten soykırımın amacı da budur. Kendinden uzaklaştırmak, kendiden koparmak ve tarihsizleştirmek, tarihi kendisiyle düşmanıyla, celladıyla birlikte başlatmak.

 

Abbas arkadaşla birlikte cezaevinden çıkmıştık, Önderlik bizi Laskiye’ye lokantaya götürdü. Acıkmıştık. Güvenlikten iki kişi vardı, ikisi birden yemek söylemiş. Çok geldi, bir de biz Arap usulünü bilmiyoruz, yemekler gelince başlangıçta garnitür niteliğinde hafif şeyler gelir, siz onu ekmeksiz yemek durumundasınız, biz onunla karnımızı doyurduk. Sonra yemek gelince Başkan “yiyeceksiniz” dedi. Yedik, bitirdik. Sonradan adettir, lokantanın kendisi size ya kahve ya da tatlı verir. Bize çok ağır bir tatlı getirdiler. Başkan; “herkes tabağını bitirsin” dedi. Ama gerçekten arkadaşların kaldıracak halleri yok. Ben gözlerimi kapattım, tabağımı bitirdim. Bir de baktım ki kimse yememiş, Başkansa gülüyor, “aferin buna” dedi. Burada Başkan onun senin sağlığın için iyi olmadığını biliyor, Bu çok önemli, fakat bir ahlaktır, Önderliğin sana verdiği bir mesaj var. Ya kendine göre isteyeceksin, ya da bu kadar istediysen hepsini yiyeceksin, hiçbir şey atmayacaksın. Bu bir ahlaktır, değerlere yaklaşım biçimidir.

 

Önderlik günlük yaşam içinde hep bu tür şeylerle insanı terbiye ederdi. PKK bir terbiye hareketidir. Terbiye insanın değer kazanmasıdır. Bu anlamda PKK bir terbiye hareketidir. Sizi bu tarzda terbiye ediyor. Aslında bizim halkımızın gerçekliği de bu. Hiç halkımızın değerlere yaklaşımını izleyebildiniz mi? Mesela bir aile kendi değerlerine nasıl yaklaşıyor? Bu önemli bir olay.

 

Çarpıcı bir örnek vermek istiyorum; Maxmur halkının nasıl yaşadığını biliniyor mu? Bu önemli bir olay. Yıllardır mülteci konumunda, hangi koşullar altında yaşıyor? Şunu kıyaslayacaksınız her zaman, senin yaşam düzeyinle Maxmur halkının yaşam düzeyi arasındaki fark nedir? Sen mi daha üsttesin, Maxmur halkı mı? Temel bir ölçüdür. Gerillanın yaşam düzeyi halkın yaşam düzeyinin üstünde olamaz. Daha altında olmak zorunda. Biz yaşam düzeyimizi kıyaslayalım. Ben Maxmur halkını görmedim, fakat hissedebiliyor, arkadaşların anlatımından çıkarabiliyorum. Arkadaşlar şunu söylüyorlardı; “bazı aileler var, ailenin bir ferdi dışarı çıkmışsa bir diğerinin çıkması için onun geri dönmesi gerekir. Çünkü ayakkabı yok.” Durum bu.

 

Birgün yolda giderken yolda iki bayan arkadaşa rastladık. Ben birini tanıyorum, diğeri de 15-16 yaşlarında bir bayan arkadaştı. Arabayı durdurarak onları da aldık. Askeri Karargaha gidiyorlardı. Konuşması, davranışı oldukça etkileyiciydi. Genç bir arkadaş, nereden geldiğini sorduğumuzda Maxmur katılımlı olduğunu öğrendik. Neden daha fazla bağlı, özelliği o, çünkü o yaşamın içinde yetişiyor, yokluk ortamının içinde yetişiyor. Bir terbiye edici, şekillendirici özelliği var o ortamın. Yokluk içinde yaşam savaşı verme, bir yandan o savaşın kendisine kazandırdığı bir olgunluk var, diğer yandan da düzenli bir eğitim var. İkisi birleşince aslında PKK’ye gelmeden PKK’lileşme öğreniliyor. Onun ahlakı öğreniliyor. Bunlar çok önemlidir, bizim için birer ölçüdür.

 

Biz çocuktuk, köy ortamını hatırlıyorum. Annem bir bez parçası bulurdu, alırdı, yıkanırsa bir elbiseye yama olabileceğini söylerdi. Hayvancılık yapıyorsunuz, sürünün arkasından giderken çalılara takılmış yün parçalarını toplarsınız, yastık olur, çorap, kazak yaparsınız, yani belli bir değeri var. Onu bir yana bırakın, somut günlük yaşamdan bir örnek verelim, yoksulluk olunca sizi kolektif yaşama zorlar. Bizim katır alacak bir paramız yoktu. Bir komşumuzla ortak birleşerek bir katır satın almıştık. Katır ortak maldı, bir yıl onlar besliyordu, bir yıl biz besliyorduk. Katırı günlük yaşmda da ortak kullanıyorduk. Köy yaşamında bir katırın değeri çok büyük. Özellikle bir dağ köyüyse siz bütün işlerinizi katırla yaparsınız, odun çekersiniz, buğdayınızı değirmene götürüp getirirsiniz, her şeyiniz onunla olur. Bunun için de gözünüzün bebeği gibi bakarsınız. Günde dört beş defa yerini değiştirir, beslenebileceği yeri seçerek oraya bağlarsınız, günde üç defa suya götürürsünüz. Neredeyse ailenin bir ferdi gibi davranırsınız, ailenin bir ferdine gösterdiğiniz ilgiden daha fazlasını belki de katıra gösterirsiniz.

 

İnsan hep kıyaslama yapar, bir bizim ortama bakıyorsunuz, bir de diğer ortama bakıyorsunuz. Birinde bir ailenin şahsi ihtiyacı, özel mülkiyeti var. Diğerinde ise kamu malıdır ve siz alırken aslında kullandığınız para halkın alın teridir, bu bir. Halk şehitlerin hatırı için sana veriyor, dolayısıyla şehitlerin emeği var içinde. Ama biraz vicdan ölçüleri güçlü olan arkadaş değerlendirebilir. Bizim yoldaşımız bir katıra nasıl yaklaşıyor? Bir köylününkiyle karşılaştırıldığında bizimkinin geri olduğu görülebilir. Böyle öncülük olmaz. Öncü burada artçı konuma düşmüştür, halkın gerisine düşmüştür.

 

Kürt’ün en büyük talihsizliği ve zaafı örgütsüzlüğüdür. Kürt, örgütlülüğü dağıtılmış ve hücrelerine dek parçalanmış bir haldedir. Parçalanmış, dağıtılmış bir toplum gerçekliği ve bu yönüyle parçalanmış biçimde tükeniş yoluna sokulmuş bir halk gerçekliği. İçinden çıktığı, reddettiği ve tersine çevirmek istediği bir gerçeklik bu. Zaten Önderliklerin büyüklüğü, bir halkın en temel zaafına giderme yönünde harcadıkları çabanın başarısı olmaktadır. Başkan Apo’nun büyüklüğü Kürt’ün örgütsüzlüğüne son vermesidir. Kürdü örgütlü bir toplum haline getirmesidir. Bu yönüyle ele alındığında bizde örgütsüzlük zaafını gideren en temel silah Partidir, parti gerçekliğidir. PKK bu yönüyle Kürt’ün örgütsüzlük zaafının, en temel zaafının giderilmesi, bu yönüyle en zayıf noktasının tersine çevrilmesidir. PKK sıradan bir parti olarak görülemez. PKK içinde her şey vardır. PKK normal bir sınıf partisi değildir, bir akımdır, bir harekettir. Bu yönüyle PKK’nin içerisinde somutlaşmış, onun içerdiği müthiş değerler bileşkesidir.”

Kaynak: Serxwebûn

Related Articles

Close