Genel

Tek Başına Düşmana Karşı 26 Gün

SON MUHTEŞEM OLACAK-KIZIL YILDIZ

Düşman içinde tek başıma kaldığım 26 günlük süreç, hayatımın en zorlu günleri oldu. Sorun sadece zorluk ve düşman içinde kalmaktan kaynaklı tehlikeler değildi. Arkadaşlardan kopmak, onlarsız yaşamak böyle bir yanlızlık hiç aklıma gelmemişti. Düşman pususuna girdiğim ve arkadaşlardan koptuğum 5 Şubat gününden sonraki durumun biraz daha çok bilinen klasik bir film hikayesine benzettim. Denizde bir fırtınaya kapılarak parçalanmış bir geminin arta kalan bir tahtasına tutunmuş, kendini dalgaların insafına bırakarak, kıyıya vuran bir insanın durumuna benzettim. Dalgalar tutunduğum tahta parçasını vura vur karaya atmıştı. İlginç olan, bu savaşta seyrettiğimiz bütün film hikayeleri başımıza gelmişti. Son anda kurtuluşumuz da biraz böyleydi. Tabii adına kurtulmak denirse!

5 şubat sabahı saat dörtte arkadaşlardan tamamen koptuktan sonra, peşime takılan kobraları atlatmak için dört cadde pusuya düştüğümüz alanın yukarısına kadar çıktım. Bir caddeyi keserken düşmanın tam karakol yaptığı evin içinden geçtim, uzun süredir düşman bu evde olduğu ve çatışmaların burada yaşanmamasından kaynaklı evin giriş kapısından girdiğimde karakol olduğunu fark etmemiştim, arka kapıya vardığımda askerler bir sesin geldiğini söyleyerek kapılara doğru koştular, bende hemen kendimi sokağa atarak diğer üst caddeyi kestim ve başka bir eve girdim. Düşman benim kurtulduğumu anladığı için heronu özellikle üstüme doğru yönlendirdiler, bu da yetmemiş olacak ki, gece olmasına rağmen yakın mesafede uçurdukları dronu peşime takmışlardı. Fakat olduğum çevrede askerlerin fazla olması görüntüyü netleştirmediklerinden bunlar fazla etkili olmamıştı.

Bu kovalamaca da en büyük şansım, düşman daha önce bütün evleri arama taramadan geçirdiği için, kapıların hepsi kırılmıştı, ya da açıktı. Bir evin ön kapısından giriyor, arka kapısından çıkıyordum. Böylece her seferinde bir caddeyi kesiyordum. En son geldiğim evin girişi vardı, çıkışı yoktu. Cizre yukarıya doğru gittiğinde arazi yamaç halini alıyordu. Onun için gittiğim ev biraz yamaçta olduğu için bu evin birinci katı yarım bodrumdu. Caddeye çıkan ikinci katında çıkışı ancak mutfaktan sağlanıyordu. Mutfak kapısı kilitliydi. Buna başta anlam veremedim, sebebini daha sonra anlayacaktım. Acaba düşman burayı aramamış mı diye içimden geçirdim. Bunun üzerine evin avlusuna dönüp merdivenle yukarı çıkan iki oda bir salonlu bitişik daireye girdim. Ortamı dinlemeye koyuldum. Zaten hava aydınlanıyordu.

Sabah olunca, yavaş yavaş asker ve zırhlı araba seslerinin çok yakınıma kadar geldiğini fark ettim. Herhalde geçiş hattıdır diye kendimi öyle inandırdım. Hava aydınlanınca durumun hiç de öyle olmadığını, düşmanın karakol olarak kullandığı evin hemen bitişik evinde olduğumu fark ettim. Düşmanın karakoluna komşu olmuştum. Genelde Cizre’de her evin avlusu vardır. Birkaç evin avlularını birleştirerek büyük bir karakola dönüştürümüşlerdi. Bulunduğum ev de zaten aranmıştı, evin arka kapısı olan mutfak kapısını arka caddeden onlara bir saldırı gelmesin diye kilitlemişlerdi. Bundan dolayı da bu evde takılı kalmıştım.

Bu günden sonra mecburen askerlerle dokuz günlük bir komşuluk yapmak zorunda kaldım. Onlar bir evde ben başka bir evdeydim. Sadece aramızda evleri birbirinden ayıran evlerin penceresiz cephe duvarı vardı. Ben onların bütün konuşmalarını dinliyordum, biraz da ona göre davranıyordum. Bir de girdiğim evin sahibi tavuk ve horozları götürmemişlerdi, onlarcası vardı. Ev onlara kalmıştı. Bu hayvanlar da nöbetçi  olmuşlardı. İlk gün oldukça gergin geçmişti. Birinin eve uğraması her şeyin sonu olabilirdi. Kurtulma şansım birilerinin buraya gelmemesine bağlıydı. Bir de düşman böyle yakınında bir kişinin olduğunu tahmin etmemişti. Bütün günüm nerdeyse nöbet tutmak ve düşmanı gözetlemekle geçti. Gecede bir saate kadar uyanık kalarak, yiyecek bir şey aramaya çıktım. Yaşam korkusu olağanlaşınca açlık hemen kendini hatırlatmıştı. Günlerdir doğru dürüst bir şey yememiştim. Fakat bu evin sahibi direniş sürecinde evlerinde kaldıkları için bütün erzaklarını tüketmişlerdi. Sadece biraz şeker ve çay vardı. Tek şansım bu evde piknik tüpünün olmasıydı. Bunları alıp girdiğim evin en karışık odasını seçtim. Düşman bütün evleri darmadıpın ettiği için bu dağınıklık içinde saklanma ve koruma imkanı veriyordu.

Bu piknik tüpünü iki amaçla kullanma niyetindeydim. Çay yapmak, bir de düşmanla temas olursa düşmanı elimde bulunan cephaneyle vurduktan sonra, piknik tüpünü yakarak perde vs. elbise ve çarşafların altında tutuşturup evi yakmak ve sonra da intihar etmekti. Amacım düşmanın eline cenazemin bile geçmesini önlemekti. Ayrıca yanımda bir telefon da vardı, eğer başarabilirsem arkadaşlara ve bazı dostlara burada olduğumu belirtip haberdar etmek niyetindeydim. Onun için epey hazırlık yaptım çabuk yanacak ne kadar eşya varsa etrafımda hazır tutuyordum. Hep tetikte bekleyerek hem düşmanı gözetledim hem de üç dört bardak çay yaptım. Bu şekilde üç günüm geçti, bu süre zarfında bazen askerler bulunduğum evin kapısına kadar geliyor, sonra tekrar gidiyorlardı. Mevcut durum tam bir sinir savaşıydı. Ama ben sinirlerime son derece hakim ve soğukkanlı bir şekilde düşmanın beni görene ve yakınıma kadar gelmeyene kadar vurmaya niyetim yoktu.

Üçüncü günün akşamında riski de olsa bulunduğum iki katlı evin çatısına çıkarak daha yukarı bir caddeye çıkmak için yol aramaya çalıştım, amacım Cizre’nin dışına çıkıp oradan sınırda bulunan yurtsever köylülerin yardımıyla Rojava’ya geçmekti. Fakat durum inanılır gibi değildi, düşmanın tuttuğu arazilerden ve askerlerin içinden yukarılara doğru çıkmak, adete bin bir tehlikeli labirent yolunda gitmeye benziyordu. Düşman gitmek istediğim alanları tam bir askeri alana çevirmişti. Generallerin kaldıkları okulların çevresindeki bir ev bunların savunmasını yapmak için karakol yapılmış, ayni zamanda Cafer Sadık ve Eyn Tırp tepelerinde askerler konuşlandırılmıştı. Bu da yetmemiş, yine buralardan kendini Cizre’ye bayrakların asılması düşmanın denetiminde olduklarını göstermesi bakımından bir fikir veriyordu. Her tarafta karakollar kurulmuş, caddelerden sistematik devriyeler atılıyor, bazı sokak başlarında ise hazır kobralar bekletiliyordu. Diğer üst sokağa geçmem için de kendimi iki katlı binadan beton zemine atmam gerekiyordu. Bu da bir çeşit intihardı. Hiç denemeyi düşünmedim. Bunun üzerine geri geri tekrar yerime geldim.

Dördüncü günde düşmanla haşır neşir olmaktan kaynaklı artık onları daha iyi takip ediyor, ne yaptıklarını kestirebiliyordum. Bu da biraz daha sakin davranmama, hatta bazen sanki orada değilmişim gibi hayallerde kapılmama sebep oluyordu. Gerçekten de bu yaşananlara bazen inanamıyor, bir hayal olmasını tüm içtenliğimle istiyordum. Özellikle arkadaşların durumunu merak ediyordum. Düşmanı izlemekten yorulduğum anlarda tekrar hastane bodrumunda kalan arkadaşları düşünüyordum. Her ikisi de beynimde müthiş bir yorgunluk hissi yaratıyor, fiziki yorgunluk ve açlık da buna eklenince istemeden tatlı bir uyku gözlerime hücum ediyor ve kendiliğinden kapanıyordu. Ama gafil avlanmamak için tekrar kendime yükleniyor, uyumamak için sık sık yüzümü yıkıyordum.

Arkadaşların durumuna ilişkin bir şeyler öğrenmek için, özellikle düşmanın arkadaşların olduğu Nusaybin caddesi hattındaki en ufak bir hareketliliğini takip ediyor bir anlam çıkarmaya çalışıyordum. Sık sık ağır tarama ve bombardıman sesleri geliyor, arkadaşlara saldırdıklarını anlıyordum. Çünkü o hatta hastanedeki yaralı arkadaşlardan başka kimse kalmamıştı. Onları koruyan en son deriniş mevzileri de düşmüştü, düşman buradaki arkadaşları ya şehit düşürmüş ya da yaralamıştı. Geri kalanlar da Heval Mehmet Tunç’un bulunduğu hastane bodrumuna, arkadaşların yanına gönderilmişti. Gelişecek doğal sonuç buydu.
 

Related Articles

Close