AçıklamalarGenel

Kapitalist Modernitenin Birey Üzerindeki Etkileri “Yanlış Hayat Doğru Yaşanmaz”

Ali Haydar KAYTAN

Halkımızın PKK önderliğindeki mücadele tarihine önemli oranda damgasını vuran yanlardan birisi de Önderliğin kişilik çözümlemeleri olmuştur. Yaşanan her pratik sürecin ortaya çıkarmış olduğu örgütsel ya da taktiksel sonuçlar Önder APO tarafından mutlaka kişilik çözümlemeleriyle bağlantılı bir şekilde ele alınmıştır. Öyle ki, bu çözümlemeler sadece sınıfsal olarak değil, ulusal ya da yöresel, tarihsel, toplumsal özelliklerin ele alınmasına kadar indirgenmiştir. Bu çözümlemelerde an’da gerçekleşenle tarihsel geçmiş arasındaki bağ ortaya mutlaka konulmuştur. Bu bir Önder-lik tarzı olduğu kadar, PKK’nin de temel yaklaşım biçimi haline gelmiştir. Bu tarz ya da yaklaşım, Önder APO tarafın-dan “Burada çözümlenen an değil tarih, kişi değil toplumdur” şeklinde formüle edilmiştir.
Bu şekilde formüle edilen çözümlemelerin yanı sıra, Önderlik tarafından ‘Nasıl yaşamalı’ sorusuna yanıt aran-mış ve bu konu da bir formülasyona kavuşturulmuştur. Yine ‘Nasıl savaşmalı?’ sorusu da bu çözümlemeler içinde yanıtını bulmuştur. Yani PKK, olgunun gerçekleştiği an ve o an içinde yer alan kişi ya da kişilerle tarih ve toplumun buluşturulduğu bir platform olarak bir işleyişe kavuşturulmuştur. An ya da kişi hiçbir zaman tarihsel toplumsal ger-çeklikten kopuk ele alınmamıştır. Bu, hakikati arama yolunda bir yöntem olarak, Önder APO tarafından PKK’nin bir kişiliği haline getirilmiştir.
Bu bakış açısı salt olaylar, olgular ya da kişiliklerin değil, toplumlar ve sistemlerin ele alınışında da bir yöntem olarak benimsenmiştir. Bu ele alış biçiminde yanıtlar sadece eleştiriler ya da değerlendirmeler biçiminde verilme-miştir. Olması gerekene alternatif kişilik, onun yaşamı, bu kişilik ve yaşamın toplumsallaşması ve bir toplum yaşamı-na dönüştürülmesi gereği de açık ve net biçimde ortaya konulmuştur. Bir PKK’lide olması gereken özellikler, onun ruhsal, ahlaksal ve inançsal duruşu, kültürel ve ideolojik birikimi, politikaya, örgüte, eyleme ve halka yaklaşımı, ya-şam ve savaş içindeki pozisyonu net çizgileriyle ortaya konulmuştur. Kısacası aşılması gereken sistem eleştirilir ve ona karşı her düzeyde mücadele edilirken, yeni bir toplumsal sistemin kuruluşuna kişiden başlanmıştır. Bu bir Ön-derlik tarzı olmaktadır. Birey-toplum, birey-tarih arasındaki kopmaz bağ, Önder APO’yu ve partimizi aslında çok ön-celeri, konunun başlığında da yer alan ve Adorno tarafından formüle edilmiş olan “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” tespitine kadar götürmüştür.
Kimlik inkârına ve kültürel soykırıma dayalı çılgın bir sömürgeciliğin, işbirlikçi ihanetin ve feodal ilişkilerin ege-men kıldığı gerici hayat anlayışından, elbette doğru bir yaşam tarzı çıkamazdı. Köleci sistemin yaratımı kişiliklerle özgür toplum ortaya çıkarılamazdı. Doğal olarak da doğru hayat felsefesi ile yeni bir yaşam yoluna girmek ve bunu başta parti olmak üzere tüm topluma hâkim kılmak temel bir Önderlik yaklaşımı olmuştur. Onun için de ‘nasıl yaşa-malı?’ sorusuna mutlaka yanıt verme ihtiyacı duyulmuş ve gerici hayat felsefesi PKK yaşamının her alanında mahkûm edilmiştir.
Eğer yeni bir toplumsal sistem kurulmak isteniyorsa, önce onun hayat felsefesi ve yaşam kuralları ortaya ko-nulmak zorundadır. İnsan yaşamına anlam veren değerleri oluşturmak ve insanlar arası toplumsal ilişkiyi bu değerle-re göre geliştirmek, her sistem öncülüğünün ya da böyle bir iddiada olan öncülüklerin temel görevi olmuştur. Yani öncelikle toplumsal yaşamın neresinde olunduğunun netleştirilmesi zorunluluğu vardır. Elbette böylesi bir zorunlu-luk ya doğru bir tarih ve toplum bilincini edinmeyi, ya da kendine göre bir tarih-toplum bilinci yaratmayı gerekli kılar.
Bugün kapitalist modernite diye tanımladığımız ve kaynağını beş bin yıllık sınıflı-devletçi toplum tarihinden alan, bu egemenlikçi toplum tarihinin baskıcı ve istismarcı araçlarının hepsinden yararlanarak ve onları güne uyarlayarak insanlığı baştan çıkarma noktasına gelen sistem, öncelikle kendi soysuzluğunu meşrulaştırmak için kendine göre bir tarih bilinci yaratmayı temel görev olarak önüne koymuştur. Bu bilinç, Sümer zigguratlarının baş mimarı olan rahip-lerden günümüze kadar yetkinleştirilerek gelmiştir. Bugünün tüm bilimsel teknik gelişmeleri ya baskının, ya da o baskıyı meşrulaştıran istismarcı sistemin hizmetine sunulmaktadır.
Aslında Afrikalı devrimci lider Amilcar Cabral sömürgeciliği tanımlarken, bu durumu “Sömürgecilik bir halkın ta-rihinin durdurulup başka bir tarihin yaşatılmasıdır” diye de ifade etmişti. Bu tanım, kapitalist modernitenin ya da tüm egemenlikçi sistemlerin temel karakteri olmaktadır. Bugün devletçi toplum sisteminin son halkasını oluşturan kapi-talist modernite, bu gerçekliği insanlığa en üst düzeyde yaşatarak, insanlığın tarihsel belleğini tümden silme çabası içine girmektedir. Bunun için de modernitenin ideologları ideolojilerin sonunu ilan ederken, liberal kapitalizmin kalı-cılığını kanıtlama çabası içine girmektedir. Halbuki tarih, kendisini kalıcı ilan eden birçok egemenlikçi sistemin, en fazla birkaç yüz yıl içinde nasıl asar-ı atika müzesine atıldığına tanık olmuştur. İdeolojilerin sonunu ilan ederek insan-lığın ölüm fermanını yazan güçler, aslında kendi ölümlerini geciktirmenin telaşı içinde bunu yapmaktadır. Bunu ya-parken de ellerindeki tüm ekonomik, askeri ve siyasal güçleri ve iletişim araçları ile yarattıkları görkemli sanal dünya-larını kanıt olarak ortaya koymaktadır.
Elbette bu ortaya koyuş, insanlığı büyük oranda etkisi altına da almaktadır. Sanat, medya, bilim, seks, spor, si-yaset, üniversiteler, eğlence merkezleri, şiddet araçları ve daha birçok yöntemle bu etki insanlığın içselleştirilmiş kişiliği haline getirilmek istenmektedir. Bugün adına biyo-iktidar dediğimiz, insan yaşamının her alanına nüfuz eden ve insanın ölümünü bile kontrol altında tutan egemenlik tarzının gerçekleştirilmesi modernitenin temel amacı ol-maktadır.
Elbette modernite bununla sınırlı kalmıyor. İnsan yaşamının olmazsa olmaz parçaları olan ne varsa, onları pazara sürülmüş bir meta haline getirerek, dokunulmaz ve devredilmez addedilen değerleri de dahil, her şeyini satlığa çı-karmış ahlaksız bir toplum yaratmak istiyor. Çünkü biliniyor ki, ahlaksızlık köleliğin kalıcılaşmasının teminatıdır, insan-lığın özgürlük ufkunun karartılmasıdır, bencilliğin ve bireyciliğin en soysuz biçimde yaşatılmasıdır; insanın kendi biyo-lojik yaşamını sürdürmesi için en ahlaksız yöntemlere başvurması ve tüm insani değerlerini pazarda satmasıdır; kış-kırtılıp gemlenemez hale gelen açlık ve cinsellik gibi güdülerinin şaha kalkmasıdır. Onun için dikkat edilirse, moderni-tenin insanlık üzerindeki en azgın bilinçli saldırıları açlık ve cinsellik temelinde gerçekleşiyor; aşırı güdüsellik bu insan-sız sistemin insanının temel özelliği haline getiriliyor. Politika, aç bırakılmış insanların tüm değerlerini bir yana bıraka-rak, bir tas çorbaya ya da bir anlık güdüsel ihtiyaca koşar hale gelmesi üzerine kuruluyor. Özgürlük, cinsel güdülerin tahriki ile birlikte ele alınarak, insan yaşamı sadece ve sadece cinsellik üzerine inşa ediliyor. Demokrasi, her türden toplumsallıktan uzak bireyciliğin, bireysel yaşamın kendisini konuşturması biçiminde ele alınıyor. “Her koyun kendi bacağından asılır” felsefesi ile “Gemisini yürüten kaptandır” denilerek, ‘Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler’ şeklinde ifade edilen liberalizm, toplumun hücrelerine kadar egemen kılınmak isteniyor.
Artık değişmeyecek imparatorluklar çağında, tepeden tırnağa inançsızlaştırılarak, bilimin de katkısıyla yeni tür-den bir kadercilik yoluyla insan, yüreğin gözüyle görmekten uzak tutulmak isteniyor. Yani insan bir zamanlar olduğu gibi ağırlıklı olarak şiddet araçları, baskı ve fiziki işkence ile terbiye edilmekten çok, esas olarak bilinç sahasında teslim alınıyor. Sistemin hizmetine giren bir robotlar sürüsü haline getirilerek hayvanlaştırılmak isteniyor. Sanki tüm bunlar bir erdemmiş ve toplumsallığın temel yapısı olan başta ahlak olmak üzere tüm manevi değerlere bağlılık bir gerilik-miş gibi sunuluyor.
İşte esas olarak Batı dünyasından başlayıp tüm dünyaya egemen kılınmak istenen modernite, en son Irak işga-linde de görüldüğü gibi, milyonu aşan insanın katlini ‘ilkelliklere karşı bir medeniyet seferi’ olarak ele alıp, gelişmenin bir erdemi gibi yutturmaya çalışıyor. Küreselleşen kapitalizm medyayı ve her türden sanatsal etkinliği bu yutturma-canın bir aracı olarak kullanıyor. Modernite esas olarak nihilizmi yeni bir dinsel inanç gibi yaygınlaştırarak topluma egemen kılmaya çalışıyor. Modernite koşullarında dünyamız tüketim kültürüyle adeta bir çöplüğe dönüştürülerek, sadece insan yaşamı değil, tüm doğal yaşam yok edilme noktasına getirilmiş bulunuyor.
En önemlisi de, kadının meta olarak pazara sürülmedik bir yanı bırakılmıyor. Ana tanrıça kültünün kadın kutsal-lıkları, birer şehvet metaı olarak olarak ele alınarak, muazzam bir kâr nesnesine dönüştürülüyor. Bir bütün olarak kadın şahsında başlatılan karılaştırma, toplumun erkek-kadın bütün bireylerini kapsamına alıyor. Faşizmin toplumu sürüleştirme ve karılaştırma politikası farklı araç ve yöntemlerle devreye sokuluyor. Zaten Hitler de toplumu karıya benzetmemiş miydi? Bu benzetme bugün yaşamın her alanına hâkim kılınıyor.
Günümüz dünyasında adeta Kutsal Kitaplarda sözü edilen mahşer günleri yaşanıyor. Mahşerin üç atlısı olan aç-lık, hastalık ve savaş, modernite şahsında şaha kalkmış olup dizginlenmeyi bekliyor. Aslında bugünkü süreç tarihte dönem dönem ortaya çıkan bazı peygamberlerın zamanını hatırlatıyor. Bir anlamda Tanrının Lut’a söylediği “Sana inananları yanına al ve arkana bakmadan bu ahlaksız şehri terk et” dediği anlardaki gibi! Çünkü inanmayanlar ve ar-kasına dönüp bakanlar yanıp kül olacaktır. Yani şimdi yine bir bakıma Tanrının bu buyruğu verdiği zamana benzer bir zaman gelmiş bulunuyor. ‘Arkana bakma’ buyruğu, “tüm bağlarını kopar” anlamına geliyor. Yani “O şehirden, o soy-suzlaşmış toplumdan hiçbir beklentin olmasın; eğer beklentin olursa, kurtulsan bile o geleneği yaşatırsın” deniliyor. Aslında tarihte inanıp da daha iyi bir dünya için yola çıkanların durumu, tam da Lut’un eşinin durumuna benziyor. O arkasına dönüp bakmış ve tuzdan bir kayaya dönüşmüştü. İşte bugün liberalizm diye ele aldığımız bakış açısı, bize o bakma anını anımsatıyor. Kendisine bakanı, yani kendisinden biraz beklentisi olanı donduruyor ya da kendi kaderine ortak ediyor. Şimdi modernitenin birer mezhebine dönüşen akımların kaderi de buna benziyor.
Modernitenin, içinde sadece yiyecek ve cinsellik olan çuvala çevirmeye çalıştığı insanda önemli bir sapkınlığı or-taya çıkardığı ve kendine yabancılaşma geliştirdiği açıktır. Yani bir anlamda ruhunu yitirmiş insanı yaratmak için ne tür bir endüstri kullandığı yabancısı olunmayan bir konudur.
Dinciliğin, milliyetçiliğin, cinsiyetçiliğin, bilimciliğin her birinin bu konuda ayrı başlıklar altında ele alınması gerek-tiği de açıktır. Hele hele her türden modernist saldırıya karşı şimdiye kadar görülmemiş bir direnişi gerçekleştiren Ortadoğu sahası ve insanı, tarihsel toplumsal yönleriyle özel bir inceleme konusudur. Merkezinde Altın Hilal’in oldu-ğu bu coğrafya, neolitikten günümüze kadar insanlığın gelişiminin ilklerinin yaratıldığı bir merkez rolünü oynamıştır. Ancak neredeyse M.S. 12. yüzyıl sonrasında bu öncülük rolünü başkalarına bırakmış, ama kendi dışındaki gelişmele-re karşı da bugüne kadar direnmiş, teslim olmaya yanaşmamıştır. Kendisinin insanlığa söyleyeceği daha çok şeyinin olacağını hatırlatmıştır. En ruhani ve tanrısal görkemlilikler hep bu coğrafyada çıkmıştır. İnsanı arama yolunda en ufak bir pişmanlık göstermeden, büyük direniş efsaneleri bu coğrafyada yaratılmıştır. “Sizde Şah diyeni öldürürler-se, ben de bu yayladan şaha giderim” diyen Pir Sultan Abdal gibi ozanlar ve sanatçılar, bu coğrafyada inançları uğ-runda başlarını vermekten çekinmemişlerdir.
Önder APO, “Tarih ve gelenek neyse, günümüz ve gelecek de odur” sözüyle aslında “Bu coğrafyada yaşananla-rı asla unutmayın ve öğrenin, onun bilincini edinin” demektedir. Bunu söylerken de bir dönemin olduğu gibi bugü-nün sultanlarının da geçici olduğunu ve belirleyici olanın özgürlük yolculuğundaki ısrar ve özgürlüğe olan inanç oldu-ğunu ifade etmektedir. O kendi yaşamını da bu çerçevede ele almaktadır. En son savunmaları ile tıpkı Lut’un yaptığı gibi moderniteye arkasına dönüp bakmadan ondan nasıl koptuğunu ifade etmektedir.
Elbette bu bir Önderlik yaklaşımıdır. O, zihniyet kalıplarını bilinç, inanç ve ahlakla oluşturmuştur. Politikasını oluşturan ideolojik, örgütsel ve eylemsel hattı bu zihniyet temelinde belirlemiş bir yaklaşımdır bu. Burada en olmaz denilen koşullarda bile, olurun koşullarını bizzat kendisi yaratan bir anlayış vardır.
Modernite kendisine rağmen halen yeni toplum inşasında direnen Önder APO üzerinde her türlü komplocu yöntemleri uygulayıp durmakta ve özgürlüğe dayalı zihniyet kalıplarını kırmaya çalışmaktadır. Buna karşılık Önder APO, tıpkı Hallac-ı Mansur ya da Giardono Bruno gibi bir inanç yumağı olarak, söze sahip çıkmanın insanlığa ve onun özgürlük özlemlerine sahip çıkmak olduğunu haykırmaktadır. Aynı şekilde kendisine inananları Lut gibi ahlaksızlığın merkezi olan şehri arkalarına bile bakmadan terk etmeye ve özgürlük dağlarında yeni bir yaşam kurmaya çağırmak-tadır.
Peki, bu kutsal çağrı O’na inandığını iddia edenlerde ne ölçüde karşılık buluyor? Terk etmek yani kopmak, el-bette kopulan ya da terk edilmiş olandan hiçbir şey beklememek anlamına geliyor. Bu kopuş tarzı, efsanedeki Lut’un eşi gibi davranmamayı gerektiriyor; her türden vicdansızlığın, ahlaksızlığın, zevk ve sefanın reddini gerektiri-yor; “Hem Tanrı kelamını dinlerim, hem de kendimi yaşatırım” dememeyi gerektiriyor. Kopuşun bunları içerdiği göz önüne getirildiğinde, ne yazı ki inandığını beyan eden herkesin böyle davranmadığı görülüyor.
Örneğin modernitenin üç temel uygulanım alanından bahsedelim: Sanat, seks ve spor. Futbol holiganlarının ne tür insanlar olduğunu hepimiz biliyoruz. Modernite zaten tüm insanlığı bu holiganlara çevirmek istiyor. Spor ve en başta da futbol, bunun temel aracı olmuş ve devasa bir endüstri halini almıştır. Yani spor bir vücut eğitimi olmaktan çıkarılmış, egemenlikçi sistemin temel politikasını yaşatma sahasına dönüştürülmüştür. Futbol takımları da bunun için oluşturulmuştur. Yani bunlardan her biri bir nevi uyuşturma aracıdır. Diğer spor dalları da öyledir; her dal birer kâr getirme merkezi olmuştur. Bizim bunlara benzeme ya da onlar gibi yapma, sporu o şekilde ele alma gibi bir yak-laşımımız olamaz. Sovyetler Birliği bunu yaptı. Çok değerli sporcular da yetiştirdi. Ne var ki her bir sporcunun toplum dışında özel bir yaşamı oldu. Bu yolla spor ve sporcuların önemli bir kısmı devletçi toplumun önemli bir parçası haline gelerek demokratik toplumun bir parçası olmaktan çıktı. Halbuki tam tersi olmalıydı. Sosyalist olduğunu iddia eden bir sisteme yaraşanı da buydu.
Öte yandan sanat, yaşamın imgelerle yeniden yaratımı olarak değerlendirilir. Yani sanat metafizik bir çalışmadır; ruhun imgeler yoluyla dışavurumudur. Sanatçı, toplumun vicdanıdır denilir. Burada kastedilen toplum, devlet dışı kalan büyük çoğunluk, yani ezilip sömürülen ve özgürlük arayan toplumdur. Onun için sanatçılar, özgürlük arayışında önemli bir kilometre taşı olan Rönesans’a öncülük yaparak, Aydınlanma dönemine kaynaklık etmişlerdir. Yani sanat-çının yaratım sahası tamamen toplumsaldır. Yetenek belki bir bireye mahsus olarak ele alınabilir, ama onun bile ta-rihsel toplumsal arka planı vardır. Örneğin Pir Sultan Abdal, “İstanbul şehrinde orda bir devlet, tacı tahtı ile devrilme-lidir” derken, bir toplumsallığı ifade etmektedir. Bu ifade edişte kendisine sadece acı düşmektedir. O, toplumun vicdanını dile getirirken, kendisi için sadece idamın gerçekleşeceğini bilmekte, ama yine de “Şaha gidelim” demek-ten vazgeçmemektedir. Onun için sanat toplumun bir amaca ulaşmasının temel bilinçlendirme araçlarından birisidir. Sanat yaratım olarak insanın ruhuna hitap etmektedir. Bu bir toplumcu gelenektir.
İşte kapitalist modernite bu geleneği tersyüz ederek, sanatı bir endüstri, pazarda satılan bir meta gibi ele al-makta olup, toplumu baştan çıkarmanın politik aracı haline getirmiştir. Bunun için neredeyse her gün çok sayıda idol yaratmaktadır. Örneğin bir Michael Jackson ya da Madonna veya daha onlar gibi birçokları, birer sanatçıdan çok birer politikacı gibidir. Belki kendileri bunun farkındalar ya da değiller. Ancak onların şarkı söylediği yerler on binlerce gen-cin deşarj olduğu alanlar olmaktadır. Şarkının dile getirildiği atmosferde kadın cinselliği ciddi bir biçimde öne çıkarılak pazara sürülmektedir. Sanat, insanı güzelleştirme yöntemi olmaktan çok çirkinleştirmeye ve kendi özüne yabancı-laştırmaya hizmet etmekte, sanki bir kişinin yaratımıymış gibi toplumsallıktan koparılmaktadır. İnsanın özgürlük tale-binden çok güdüsel ihtiyaçları öne çıkarılarak sürüleştirme politikası güdülmektedir. Sanatçı burada devletçi toplu-mun bir üyesi haline gelerek, gerçekte olması gereken toplumsal kaynaktan uzaklaşmaktadır. Toplum dışı yaşam içinde hem insan olarak kendisi, hem de sunduğu eser ve onun dile getiriliş biçimiyle toplum tüketilmektedir.
Pir Sultan Abdal ve Michael Jackson: Bunlardan birincisi soylu bir özgürlük yolcusu, ikincisi modernitenin palya-çosudur. Şimdi toplumsal gelenek bize Pir Sultan Abdal’ı gösteriyor, kapitalist modernite ise diğerini işaret ediyor. Tanrı da Lut’a, “Sana inananlarla birlikte arkana bakmadan şehri terk et” diye emretmişti. Bizim toplumcu olduğunu söylediğimiz sanatçılarımız ise, Lut’un eşi gibi arkalarına dönüp bakıyorlar. Bunlardan birçoğunun “Acaba geriye ya-şayabileceğimiz bir yaşam alanı kalacak mı?” türünden bir beklenti içinde oldukları anlaşılıyor. Pratikleri bunu gözler önüne seriyor.
Burada bir sapma vardır. Sanat bireyseldir deniliyor, sanatın politika dışı olduğu iddia ediliyor. Sanatsal çalışma-ya sadece kariyer yapma, karın doyurma ya da toplum dışında bir yaşam kurma mesleği gözüyle bakılıyor. Acaba sanat gerçekten öyle midir? Bir kere bir Kürtçe şarkı söyleme koşullarının ortaya çıkması bile, binlerce yıllık tarihsel toplumsal özlemin yanında, on binlerce insanın yaşamının bir bedeli olarak gerçekleşti. Yani bu noktaya öyle ucuz gelinmedi. Dünyada şimdi bunun başka bir örneği yok gibidir. Gelişmelerin ne pahasına yaratıldığını unutamayız: Bu halk kendi anadilinde şarkı dinlemek ya da Kürtçe’yi yazım-anlatım dili haline getirmek için şehitler verdi, acı çekti, toplu göçe zorlandı, işsiz kaldı, köyü yakılıp yıkıldı, ocağı söndü, aç kaldı. Buna rağmen dilini bir onur payesi gibi taşır-ken, onurum her şeyimdir dedi. Onurunu korumak için gerekirse Pir Sultan Abdal gibi başını darağacına uzattı. Tabii bunun için de halkın sanatçısı toplumsal vicdanın sesi olduğunu unutmayacak. Bu toplumdan ayrı yaşayan ve ege-menlikçi topluma geçişin adayı gibi görünmeyen bir duruşun sahibi olacak. Böyle davranmayan bir sanatçının bu halkla herhangi bir ilişkisi olamaz.
Tabii karşımızda kapitalist modernite var. İnsanı toplumsal olarak değil, bireysel olarak ele alan modernite, sa-natçıyı da bu ele alışın aracı olarak değerlendiriyor. Toplumun güdülerini tahrik etmek için önce sanatçının güdülerini tahrik ediyor. Çünkü ancak bu yolla güdülere dayanan soysuz bir toplum yaratılabileceğini biliyor. Elbette vicdanlı olmak bilinç işi, kültür işidir. Vicdanlı ve ahlaklı olmak, felsefi bir bakış açısına sahip olmayı gerektirir; örgütlü olmayı zorunlu kılar; toplumun nabzını her an elinde tutup acılarını ve özlemlerini kendi yüreğinde hissetmeyi ister. Böyle olmayınca, bir sanatçı, üstelik de özgürlüğe en çok ihtiyacı olan Kürtlerin sanatçısı bir Michael Jackson olma yoluna girer.
Bu yola girmiş bir sözde sanatçının özlemleri artık farklıdır. O artık toplumun vicdanı değil, egemenlikçi sistemin politik kullanım aracıdır. Artık o sadece kendisi için vardır. Eserleri ve onu sunum biçimleri sadece kendini yaşatmak içindir. Giderek bütün ahlaki değer yargılarını bir kenara bırakın. Kendini izleyenlerin niçin izlediğini görmez. Bunu kliplerine yansıtır; sunduğu piyasalık eserlerin sözlerine, renklerine ve imgelerine yansıtır. Sanatı seks ve sporla bir-likte yorumlayıp tuhaf bir sunum gerçekleştirir. O sunumla kimin ne kadar kazandığı ya da kaybetiği kendisi için önemli değildir. “Ne kadar para kazanıyorum, ne kadar lüks yaşayacağım?” kaygısı ön plandadır. Yani modernitenin bir üyesi karşımızda sahne almıştır. Ondan sonra da alkışlananlar yuhalanır, arananlar unutulur ve buna da bir anlam verilmez.
Burada önemli olan, birey olarak bir sanatçının tek başına bir anlam ifade edemeyeceğini görmesidir. Kendisini sanatçı yapan toplumsallığın ve onun tarihsel yaratımının ortaya çıkardığı sonuçların kendisine ve eserlerine nasıl yansıdığının farkına varması gerekir. Ya da bunun yerine modernitenin temel çarpıtma ve soysuzlaştırma rolüne bilinçli olarak soyunması gerekecektir. Tercih burada açıktır ve her ikisi de bilinçli bir tercihin sonucu olarak ortaya çıkmalıdır. Bu bilincin hangi çerçevede oluşması gerektiğini Önder APO’dan yaptığımız aşağıdaki alıntı mükemmel ortaya koymaktadır:
“Toplum-birey ilişkisine soyut bakmamak önemlidir. Bireyler tarih içinde şekillenmiş, belli bir dili ve oturmuş ge-lenekleri olan saydığımız tüm toplumsal alanlardaki kurulu yapılara katılırlar. Diledikleri gibi değil, toplumun çok ön-ceden ve özenle hazırlanmış kurumlarına ve onların geleneklerine göre katılım gösterirler. Bireyin toplumsallaşması muazzam bir eğitici çabayı gerektirir. Bir anlamda toplumun tüm geçmişi olan kültürü özümsendikten sonra birey toplumun üyesi, mensubu haline gelir. Toplumsallaşma sürekli çabayla gerçekleştirilir. Her toplumsal eylem aynı zamanda bir toplumsallaşma eylemidir. Dolayısıyla bireyler diledikleri gibi değil, toplumlarının istediği gibi inşa edil-mekten kurtulamazlar. Şüphesiz özellikle sınıflı ve hiyerarşik toplumlar baskı ve sömürüye açık toplumlar oldukları için, bireyin direnme ve özgürlük talebi hep var olacaktır.”
Burada önemli olan, bireyin nasıl şekillendiğinin bilincine vararak, kendisini toplum üstü olarak ele almamasıdır. Kaldı ki, kendini toplum üstü görme, kendisini sanatçı diye tanımlayan kesimler ya da kişilerin belirgin bir hastalığı olmaktadır. Kaynağı bireycilik olan bu hastalık, sanatçılarda daha derin yaşanmaktadır. Adına sanatçı kaprisi de deni-len bu hastalık, kendini çok farklı gibi göstermenin tüm yol ve yöntemlerini devreye koymaktan sakınmaz. Öyle ki, bu farklılık kişiyi en üst düzeyde aykırılığa kadar götürür. Kendisini en üst düzeyde bu sunum, her türlü bireyci gözü karalığa yol açarken, aynı zamanda bir insanın ne kadar küçülebileceğinin de her türden göstergelerini sunar. Elbet-te bu genel bir modernite hastalığı olmaktadır. Unutulmasın ki, toplumun bu denli hücrelerine kadar parçalandığı günümüzde bireyler tek başına irade olamayacakları gibi, hiçbir şeyden bağımsız bir gelişme de gösteremezler. Kim-se kendisini “Ben iradeyim, benim emeğim, bana ait” diye aldatmamalıdır. Günümüzün iki temel iradesi vardır. Kişi-likler, yetenekler ve değerler kaynağını ancak ya adına devletçi egemenlikçi dediğimiz toplumdan ya da neolitik dev-rime dayanan demokratik komünal toplum değerlerinden alır. Bunun dışında hiçbir kişinin tek başına bağımsız ira-desinden bahsedilemez. Olsa olsa bu kocaman bir aldatmaca olur. Bu aldatmacayı yaşayan kişiler ya da kesimler zaten bir aldatma ve çarpıtma üzerine kurulmuş olan modernitenin değirmenine su taşımaktan öteye gidemezler.
Kısacası sanat toplumsal olduğu kadar bir tercih işidir; kendisini yaratan değerlerle sonuna kadar bütünleşme yoludur. Örneğin mücadelemizin yarattığı son derece değerli sanatçılar vardır. Şehit Sefkan, Mizgin, Serhat, Halil Uysal, Delila, Sarya ve daha niceleri… Bunların sanata yaklaşımları sanatı aynı zamanda bir mücadele alanı ve militan-lık sahası olarak gördüklerini de gösteriyor. Eğer sanat imgelerle de olsa yaşamın yeniden yaratım sahası ise, o za-man sanatçı da bu yeniden yaratıma bir militan gibi katılır. Çünkü o yaratmanın bir ustasıdır. Yeniyi yaratır. Bu da eskiye ve köhnemiş olana karşı her alanda mücadele etmeyi gerektirir.
Marks, filozofların sadece dünyayı yorumlamakla yetindiklerini, ancak gerekli olanın dünyayı değiştirmek oldu-ğunu söylemişti. Burada felsefeye ve onunla uğraşanlara yeni bir görev yüklüyordu. Bu yeni görev, en az felsefe kadar toplumsal yaşamda rolü olan sanat ve sanatçı için de gerekli olmaktadır. Yani “Ben yorumlarım, başkaları da yapsın; ben söylerim, başkaları da değiştirsin, ona göre yaşasın” demek ikiyüzlülük olmaktadır. Bu bakış açısı Miz-gin’lere, Delila’lara, Sefkan ya da Halil Uysal’lara saygısızlık yapmaktır. Çünkü onlar “Benim yaşamım, benim yetene-ğim, benim yorumum, benim eserim” demeden, içinden kana kana su içtikleri halklar ırmağının içindeki bir damla olarak, o ırmağa sonsuza kadar katıldıklarının örnek duruşunu sergilediler. Onların anısı aslında bizler için nasıl sanatçı olunması gerektiğini de göstermektedir. Aksi bir duruş içinde olan sanatçılar bir sanatçıdan çok, içi masaları etrafında eğlenenler için birer çerez olmaktan öteye gidemezler. Onun için bu çerezleşme durumunu aşmak, bir sanatçı için onur meselesi olmalıdır.
Elbette konumuz sadece sanat ve sanatçı değildir. Ama kapitalist moderniteye karşı olabilmenin militanca du-ruşunun ve topluma bu ruhu kazandırmanın esas yollarından biri olan sanatı ve sanatçıyı da ne kadar önemsediğimi-zi anımsatmak açısından bunları dile getirdik. Tarihsizleştirilmiş bir toplumun bireylerinin ne kadar sapkınlaşmaya açık olduğunu göstermek açısından bu değerlendirmeler önemlidir. Unutulmamalı ki, bizleri bir tarihsel birikim için-de bu toplumun özlemleri yarattı. Bu yaratımı da başta Önder APO olmak üzere, özgürlük mücadelesi, yüksek bir bilinç ve örgütlenme geleneği ortaya çıkardı. En amansız koşullarda ve en umutsuz anlarda kendimize güvenerek mücadele etme gücünü bize verdi. Her türden yalan ve riyakârlık karşısında yüksek bir politik öngörüyle onura nasıl sahip çıkılacağının yolunu gösterdi. Bizi biz yapan bütün bu değerlere arkamızı dönmenin insanlığımızı inkâr etmek olduğu asla akıldan çıkarılmamalıdır.
Elbette biz sadece Kürt halkının değil, bölge halklarının ve insanlığın yüce erdemlerini yaşatmanın birer militanı olduğumuzu asla unutmamalıyız. Tarih kesinlikle boşuna yaşanmamıştır; tarih masallar biçiminde aktarılsın ve arka-sından da gözyaşı dökülsün diye anlatılmamıştır. Onlardan bir umut huzmesi bugünün ve geleceğin insanlığına aksın ve “İnsan kesinlikle sonuna kadar köle kalmayacaktır” bilinci gelişsin diye bunlar olmuştur. İşte sanat o ışık huzmesi-nin en kesintisiz aktığı kanaldır ve sanatçı bu akışın yol ustasıdır. O, nerede bir kesinti varsa tamir eder. Nerede ka-ranlığa evrilme varsa, orada ışığın yolunu açar. O yol açma çabası içinde iken, her türden zulüm ya da kandırma yön-temiyle karşılaşabilir. Onun için sanatçı, toplum vicdanının en uyanık, en duyarlı noktası olmalıdır. Bu hassas nokta olması nedeniyle, sadece geçmişten geleceğe taşırılacak olan özlemleri değil, günlük olarak çekilen acıları da yüreği ve beyninin en ücra hücresinde bile hissetmelidir. Hele bir de bu Kürdistan sanatçısı ise ve her gün yok olma tehdidi altında en alçakca uygulamalara maruz bırakılan Kürt halkının sesi olacaksa, bu hissetme kendisinde çok daha yüksek olmalıdır.
Çünkü Kürt sanatçı her gün penaberdir, göçmendir, her gün çöplüklerde ekmek toplayan aç çocuktur, her gün çocuklarına ekmek vermek için kendisini satmak zorunda olan kadındır, her gün işkence altında ırzına geçilen ve her türden zulme uğrayan Kürt’tür. O, düşman dipçikleri altında her türden yalan ve hileyle, açlıkla terbiye edilmek iste-nen bir halkın vicdanıdır. Yani o bir Kürt sanatçısıdır. Ve o sanatçı özgürlüğümüzün en büyük teminatı olan Önderli-ğimizin imgelerle topluma aktarılan sesidir. O, gerektiğinde dağlarda yaşatılan özgürlüğün bekçisidir.
Önder APO, “Tarih ve gelenek ne ise, günümüz ve gelecek de odur” demektedir. Kendi ulusal ve toplumsal ge-leneklerinden kopan bir kişi elbette sanatçı olamaz. Modernite kendisini çağdaş ve ilerici gösterirken, Doğulu halkla-rı da ilkel ve geri göstermeyi ihmal etmemektedir. Tabii ilerici olmayı kendi kıstaslarına göre ele almaktadır. Her top-lumun kendi coğrafyasında yarattığı her türden geleneği yok sayarak, adına kozmopolitizm de diyebileceğimiz ucu-be bir gelenek yaratmaktadır. Bunu da en çok sanat araçlarıyla yapmaya çalışmakta, yani sanatı bir toplumu ve bireyi kimliksizleştirme aracı olarak kullanmaktadır. Bunu öylesine süsleyip püsleyerek yapmaktadır ki, kendisine sanatçı-yım diyen birçok kişi, bu göz boyamanın etkisiyle kendisini yaratan ulusal değerlere tümüyle yabancılaşarak adeta bu değerleri küçümser hale gelmektedir. Bu bir yanılsamadır. Bu durumda kullandıkları müzik aletlerinden seçtikleri konulara ve onu yorumlayış biçimine kadar ortaya çıkan bir soysuzlaşma yaşanmaktadır. Bunun adına da gelişme denilmektedir. Ne var ki bu bir gelişme değil, yozlaşma olmaktadır. Yani sanatçı bir anlamda çıktığı yumurtanın kabu-ğunu beğenmeyen civcive dönmektedir.
Burada bir çarpıtma vardır; yanlış anlamadan çok, toplumsal özlemleri değil, kendini yaşatma vardır; sadece ge-lenekten değil, bugünden ve gelecekten kopma, yani dipsiz bir kuyunun kör karanlıklarına yuvarlanma vardır. Elbet-te bu yuvarlanış yabancılaşmanın da ötesinde düşmanına benzeme, ona tapınma, celladına teslim olma anlamına geliyor. O açıdan bir sanatçı ulusal ve toplumsal kimliğin anlık olarak yerine getirilmesinin öncüsü olmak zorundadır. Aksi durumda teslim olan sanatçı eseriyle de topluma teslim olmayı dayatır. Hele hele Kürtler gibi özgürlüğün ve onun için mücadele etmenin ne anlama geldiğini halen günü gününe yaşayarak öğrenen bir halkın sanatçısı olduğu-nu iddia edenlerin bunu görüp bilmemesi ciddi bir gaflet olmaktadır.
Kapitalist modernite ideolojilerin, yani bir anlamda insanlığın sonunu kendi kalıcılığının teminatı olarak ilan eder ve bunu her türlü maddi ve manevi araçlarla kanıtlamaya çalışırken, en ufak bir umutsuzluğa düşmeden, umudun bir çığlığı olarak sanat, Kürdistanlı sanatçıların imgelerinden tüm dünyaya özgürlük mesajları ulaştırmalıdır. Bizce sanatçının esas görevi bu olmalıdır. Yoksa bizi yaratan Önderliğimiz, halkımızın kutsal özgürlük mücadelesi ve onu bugüne taşıran on binlerce şehidimiz, her türlü zulüm ve düşürülmeye rağmen özgürlük özlemini yaşatmakta ısrar eden bu halk unutulursa, modernitenin palyaçosu olmaktan başka bir seçenek kalmaz. Palyaçolaşma üzerine ku-rulmuş bir hayat anlayışı ile doğru yaşanamayacağı gibi, doğru bir sanatsal etkinlik ve sunum da gerçekleşemez.

Related Articles

Close