Genel
Komutan Baran Mawa Büyük Direnişi anlatıyor – 3
Baran Mawa
Düşman 24 Temmuz ve 14 Aralık sürecinde daha çok polisler, özel harekat polisleri dedikleri yeni bir orduyla müdahale ediyordu, saldırıyordu. Aslında AKP bir anlamda kendi ordusunu yaratmak istiyordu. Çünkü mevcut ordu tam bunun denetiminde değildi, AKP’nin. Bundan kaynaklı biraz kendi özel ordusunu yaratmak ve bunları savaşta denemek için bunları kullandı. Fakat bu süre içerisinde o özel harekat dedikleri polisler AKP’nin ordusu bizim şehir direnişleri karşısında tutunamadı. Kısa süre içerisinde bozguna uğradı, dağıldı. Bu, hem özyönetim alanlarında alan tutulan yerlerde hem de bunun dışında kalan alanlarda birçok yönüyle yapılan eylemler, yürütülen mücadele, yürütülen savaş aslında polisin dağılmasını beraberinde getirdi. Polis en fazla iki ay dayandı. Aslında Eylül’e Ekim’e vardığımızda artık Türk polisi, özel harekat polisleri hiçbir varlık gösteremiyordu. Hükümet, devlet daha çok tekniği kullanıyordu. Ağır silahlarla tekniği çok devreye koyuyordu.
Bir dönem o ağır cephaneleri ile harekete geçti, daha sonra tankları devreye koydu, topları devreye koydu, bir bütünen yoğun bir şekilde teknik kullanıldı. Yani teknikle biraz işi yürütmek istiyordu. Fakat bunu başaramadı. Tabii başaramayınca tekrardan orduya gitti. Ordu’ya gitti, Ordu ile bir anlaşma sağladı. İlk başta ordu devreye girmiyordu, diyordu ki; ordunun şehirlere girmesi yanlıştır diyordu, tankların şehirlere girmesi yanlıştır diyorlardı. Fakat belli bir anlaşma sağlandı. Yani Kurdistan İnsiyatifi’ni orduya bırakmak şartıyla ordu devreye girdi. Hükümet de Kurdistan İnsiyatifi’ni oraya bıraktı. Aslında 14 Aralık’tan sonraki süreçte Kürdistan’ı yöneten AKP değil, orduydu. Ve ordu şunun karşılığında kabul etti. Bize geri çekilin demeyeceksiniz, biz istediğimiz zaman geri çekileceğiz. Ordu 2007’den 2015’e kadar kaybettiği etkinliğini, kaybettiği prestijini tekrar kazanmak için bunu kabul etti. Çünkü prestij kaybetmişti, güç kaybetmişti tekrardan etkinliğini kazanmak, daha etkili olmak, daha fazla güç haline gelmek için bunu kabul ederek devreye girmiştir ordu. Heval AKP orduyu devreye koymakla yeni bir taktik denediğini zannetti. Fakat bizim açımızdan ordu yeni bir güç değil. 30 yıldır biz bu orduya karşı savaşmışız. Bu Ordu’yu tanıyoruz, bu Ordu’yu biliyoruz. Yani savaş yöntemini de, kapasitesini de, taktiğin de biliyoruz. Bizim karşımıza ilk başta polisleri çıkardı. Fakat polisler hiç tutunamadı. Ardından orduyu devreye koydu, ordu da bizim tanıdığımız bir güçtü. Kurdistan dağlarında Kürdistan’da defalarca bozguna uğramış bir orduydu, defalarca yenilmiş bir orduydu, güç kaybetmiş, prestij kaybetmiş, yıpranmış bir orduydu. Ama olağanüstü düzeyde tekniği kullandı. Aslında ordunun devreye girip girmemesinden ziyade tekniğin bu kadar fazlalaştırılması, tekniğin bu kadar çok devreye konulmasıydı. Çünkü ne ordunun ne de polisin savaşma iradesi yoktur. Savaşma iradesi kalmamıştı ama düşman gerçekten teknikle götürmek istiyordu, teknikle götürüyordu. Ağır silahlar, tanklar, toplar, uçaklar her türlü silahını ve tekniğini devreye koydu ve kullandı. İşte 14 Aralık sonrasındaki savaşın karakteri buydu. Savaşın karakteri tekniğe dayalı bir savaştı. Bizimki ise iradeleşmeye, fedaileşmeye dayalı bir savaştı. Yani tekniğe karşı fedai bir güç. Bunun savaşıydı. Savaşın koşulları ve araçları denk değildi, eşit değildi, aynı değildi, orantısızdı. Ama bir yandan irade ve fedaileşme diğer yandan teknik ve ordu, bunun savaşı yürütüldü.
Kışın yaşanan savaş bunu ifade ediyordu. Tabii polisin devrede olduğu dönemlerde ilk başlarda onlarda çok büyük tekniği devreye koymadılar. Daha doğrusu bizim savaşma irademizin, savaşma kapasitemizin bu kadar olduğunu tahmin etmiyorlardı. Kısa bir süre içerisinde yönelecek ve dağıtıp, bastıracak ve onlar da çekilecek gibi bir algı vardı onlarda. O yüzden kısa süreli sokağa çıkma yasaklarıyla, bu işi bitirmeyi düşünüyorlardı. Çünkü devlet şunu diyordu; PKK’nin savaşma kapasitesi, iradesi var bunu biliyor ama bu şehirde değil. Şehirde savaşamayacağımızı tahmin ediyordu. Fakat bu iradeleşmeyi, bu potansiyeli ve bu gücü görünce çaresiz kaldı. Aslında bu çaresizliğin sonucu ordunun yanına gidip orduya yalvarma durumu oldu. Nitekim 15 Temmuz 2016’da ise bu ordunun bir kesimi Türkiye’de darbe yapmaya kalkıştı. Darbe girişimi içerisine girdi ve bu darbe girişimi içerisinde yer alanların hepsi de Kürdistan’da savaşanlardı. Bu bir tesadüf değil. Bu bizim savaşçılarımız karşısında umutsuzluğa kapılıp, yenilgiye kapılıp hükümete karşı Erdoğan’a karşı tepki duyan bir kesimdir. Yani bizim kış direnişlerimizin, özyönetim direnişlerimizin sonucunda gelişen bir darbe girişimi olmuştur. İçinde yer alan bütün generaller Kurdistan’da savaşanlardır. PKK’ye karşı savaşanlardı ve PKK ile savaşarak sonuç almayacaklarına inandıkları için bu işin içine girdiler. Demek kışın ki savaşımız biraz bunu ifade ediyordu. Aslında Ordu’nun yenilgisinin ortaya koydu. Şu anda Türkiye’de bir ordu yok. Şu anda dağılmış, parçalanmış, güvensizlik içerisinde kalmış prestiji bitirilmiş bir ordu var. Bizim savaşımız bu hale getirdi. Orduyu anlı şanlı Türk ordusu ki NATO’nun ikinci büyük ordusu diye övündükleri bilmem Orta Asya’dan Avrupa’ya kadar her yeri talan eden, girdiği her yeri yerle bir eden Ordu, rezil olmuş, perişan olmuş bir durumdadır. Bunu yaratan bu şehir direnişlerimizdi. Bunu yaratan bu bir yıllık süre içerisindeki yürüttüğümüz mücadele ve savaştır.
Nusaybin’de bu süre içerisinde 5 defa sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ve yoğun bir saldırı ve savaş durumu gerçekleşti. Bu süre içerisinde şadetlerimizde oldu, kayıplarımız da oldu ama Nusaybin ayakta kaldı, direndi. Yine Cizre’de 9 günlük bir sokağa çıkma yasağı ile bir direniş oldu ve 9 günlük süre içerisinde tek bir adım daha ileriye gidemediler, ilerleyemediler. Yine bu süre içerisinde Gever’de çeşitli zamanlarda saldırılar oldu, sokağa çıkma yasakları olduğu, bu süre içerisinde bazı şehadetler ve yaralanmalar olduysa da ileriye gidemedi. Yani biraz böyle düşürmek istedikleri yerleri ya da zayıf noktalardan başlayarak düşürüp aza indirme taktiğini uyguladılar. 14 Aralık’a dayandığımız da dediğim gibi altı yer hala bizim elimizdeydi.